25 Kasım 2024 Pazartesi
İstanbul
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Türk sineması nereye?

Burçak Evren

Burçak Evren

Gazete Yazarı

A+ A-

Adana ve ardından Antalya Film Festivali'nde yarışan seçme (!) filmler, 2013-14 sinema döneminin Türk sineması adına hem nicelik hem de nitelik açısından pek de iç açıcı olmayan durumunu ortaya koydu. Yüze yakın üretimden festivalde yarışmaya hak kazanan onar film baz alındığında Türk sinemasında bir duraklama döneminden çok, bir gerilime döneminin sinyallerini usulca değil, bağıra bağıra veren olumsuz yöndeki bir gidişten söz etmek mümkün.

Peki; ne oldu da daha önceki yıllarda büyük bir atılım yapan Türk sineması bu konuma geldi? Kuşkusuz bunun çeşitli nedenleri var. Ana nedenlerden biri ise, ülkemizde artık sinemalarda gösterime girmek için değil de festivalleri dolaşma anlayışıyla filmler yapılıyor. Minimalist tarzda, küçük bütçeli, dar kadrolu, kitlelerin katılımından uzak, dramatik olguyu yadsıyarak "durum" üzerine kurulu bu filmler; bu tanımlamamızdan da anlaşılacağı gibi, düşük bütçelerle kotarıldığından, daha baştan gişeye oynama olgusunu yadsıyıp, festivallerdeki ödülleri kazanma düşüncesi üzerine kuruluyor. Çünkü festivallerde verilen ödül miktarı, bu filmlerin çoğunun maliyetinden daha fazla. Bunun için bu tür gidişten, hem pek fazla riske girmeyen küçük yapımcılar, hem de bu ödüllerle saygınlık kazanan -ve çoğu ilk filmine imza atan- sanatçılar pek memnunlar. Festivaller bu türden filmlere hem ödül hem de ödün verme alışkanlığını vazgeçmediği sürece de, böylesine bir durumun, önümüzdeki yıllarda da daha yoğun bir şekilde süreceğini rahatlıkla iddia edebiliriz.

'Kötünün iyisi'

İki büyük ulusal festivalimizin arasındaki küçük rekabete, nicelik açısından yoğun, nitelik açısından ise yoksunluk taşıyan filmlerimiz pek yanıt veremiyor. Gerek ön jüri ve gerekse büyük jüri, bu nedenle kendisine sunulan filmleri "kötünün iyisi" olarak tanımlayabileceğimiz bir yöntemle değerlendirmek zorunda kalıyor. Bu da sonuçta, sinemasal kriterlerin öne çıktığı bir seçimi değil de, ister istemez biraz şansa bırakan bir değerlendirmeyi zorunlu kılıyor. Çünkü festivallerimiz -ya da onların seçtiği jüriler- henüz "bu yıl en iyi film" ya da en iyi yönetmen ya da diğer dallarda ödüllendirmeye layık bir aday bulunmadı" gerekçesini kabullenmeye sıcak bakmıyor. Bu nedenle de jüriler festivali kurtarmaya çalışırken, festivaller de olası bir eleştiriden kendini korumuş oluyor. Yani yapan memnun, veren memnun, alan ise çok daha memnun. Ama sonuçta, ne yazık ki halkının karşısına değil de, jürinin karşına çıkan bir sinema destek görüp, yaygınlık ve geçerlilik kazanıyor. Ya da birilerince bilinçli olarak böylesine bir durumun üzerine gidiliyor. Bu tür filmlerin önünü, seyirci, dağıtımcı ve de işletmeci çoktan kesti, ama festivaller beşer- onar cömertçe dağıttıkları onur ödüllerinin yanı sıra, heykelcikleri de bol keseden önüne gelene verip, kendi saygınlığının yanı sıra, Türk sinemasının gelecekti konumuna yardımcı olma gibi bir misyonu da inatla üstlenmekten çekiniyor ya da ( jürilerle) üstlenme cesaretini gösteremiyor.

Anapara olarak kullanılıyor

Bu tür filmlerin yaygınlık kazanmasındaki bir diğer neden ise, hangi niteliklere sahip olduğu tartışma ve kuşku yaratan Sinema Destekleme Kurulu'nun bu filmlere destek vermesi (Antalya ve Adana'da yarışan filmlerin büyük bir çoğunluğunu bu kuruldan destek almış filmler oluşturuyor). Bu kurulun, genç yönetmenleri desteklemesi konusundaki iyi niyetini eleştirmek elbette ki mümkün değil. Ama bu kurulun değerlendirme yaparken biraz daha titiz ve tarafsız olmalarını istemek de pek yanlış sayılmaz. Çünkü çoğu film, yalnızca bu kurulun verdiği paralarla yapılıyor. Yani bu paralar, çoğu yapımcı-yönetmen için, filmin var olması gereken bütçesine ek olmuyor, aksine anpara olarak kullanılıyor. Tabii ortaya da bu sonuçların çıkması kaçınılmaz oluyor.

Saptamalarımızın doğru ya da yanlış olmasını elbette ki filmlerin bundan sonraki serüvenleri belirleyecektir. Ama bu yıl festivallerde yarışan yirmi filmden çoğunun vizyon dahi bulamayacağını, bulanların ise ancak bir ya da en fazla ikisinin yirmi bin seyirci barajını açacağını şimdiden iddia edebiliriz. Elbette ki filmlerin niteliklerini belirlemede gişe gelirleri tek başına bir ölçüt sayılmaz. Sayılmamalıdır da. Ama dışarda ve içerde kazandığı ödül sayısı kadar seyirci toplayamayan, ödül kazandıktan ancak bir yıl sonra, o da ölü mevsim olarak tanımlanan yaz aylarında, kıyıda köşede kalmış sinemalarda gösterim bulan, bol ödüllü filmler de sinemamızın geleceği açısından bizlere bir şeylerin haberini vermiyor mu?

2010'lar sinemasının büyük bir çoğunluğunu oluşturan filmlerin şimdiden, bol ödüllü, az seyircili, unutulmuş filmler olarak sinema tarihinde yer alacağını söyleyebiliriz.