Türk sinemasındaki en mutsuz son
Okur, artık tedavülden kalkmış birkaç sözcük dolayısıyla zaman zaman küçük duraklamalar yaşasa da baştan sona tertemiz bir Türkçe, gayet net anlaşılan bir olay örgüsü ve akıcı bir üslupla karşı karşıyadır bu Peyami Safa eserinde. Gerçekçiliğin, yoğun psikolojik betimlemelerle harmanlandığı bir “hastalık” edebiyatıdır karşımızdaki. Ve çok özel bir aşk çıkar karşımıza. “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu”, Türk edebiyatının “ince” ama derin mi derin klasiklerinden biridir.
Romanda, çocukluğunda yakalandığı mafsal iltihabı nedeniyle yürümekte zorlanan, hatta bir bacağının kesilmesi tehlikesiyle karşı karşıya bulunan, adını bilmediğimiz bir delikanlının yaşadıkları anlatılır. Zaman, “harp zamanı”dır. Mekânlar, bir süre tedavi gördüğü ve sık sık kontrole gittiği hastane, “birbirine cerahatli adaleler gibi geçmiş, yaslanmış tahta evlerle” dolu kenar mahallede annesiyle yaşadığı küçük ev ve babası bir zamanlar yanında çalıştığı için kendisini himaye eden Nazım Paşa’nın Erenköy’deki köşküdür. Fransız hayranı, tipik bir Tanzimat aydını olan Paşa’nın, kahramanımızdan dört yaş büyük, neşeli ve delişmen kızı Nüzhet ise delikanlının aşk öznesi halindedir. Bir sohbette futboldan hoşlanmadığını belirten kahramanımız, “Keşke futbol oynasaymışım; belki de bacağımı Nüzhet’in aşkı kadar yormazdı” da diyecektir. Nüzhet’in, ileride hasta delikanlının bacağıyla da ilgilenecek olan, yaşça kendisinden büyük Doktor Ragıp’la evlendirilmek istenmesi de romanın temel düğüm noktalarından biridir.
BURHAN VE NÜZHET
“Dokuzuncu Hariciye Koğuşu” 1967’de Nejat Saydam tarafından beyazperdeye aktarılır ve ortaya, özellikle finali düşünüldüğünde Türk sinemasındaki en karamsar, hatta “seyirciyi isyan ettirecek” denli “moral bozucu” bir film ortaya çıkar. Saydam, harp zamanı yerine 1960’ların İstanbul’una taşıdığı, ilk sahnelerini neredeyse bir komedi havasında çektiği “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu”nda büyük oranda serbest uyarlama gerçekleştirmiş, finali ise tümüyle değiştirerek unutulmaz kılmış, kanlı ve korkunç bir sonu uygun bulmuştur.
Romanda adı belli olmayan delikanlıyı filmde “Burhan” (Kartal Tibet) olarak görürüz. Hülya Koçyiğit, Nüzhet’i canlandırır.
Nejat Saydam, Nüzhet ile Burhan arasındaki dört yıllık yaş farkını ortadan kaldırarak, “Hemen hemen aynı yaştaydılar” der anlatıcı ses aracılığıyla. Nüzhet filmin ilk yarım saatinde, köşkte sürekli partiler düzenleyen, arkadaşlarıyla dans edip eğlenen, Burhan’ın uzaktan seyredeceği sportif müsabakalar düzenleyen bir kızdır. Öyle ki Burhan, tıpkı Nazım Paşa gibi Nüzhet’i de “Yabancı tesirler altında şahsiyetini kaybetmiş” olarak görmenin eşiğine gelmiştir önceleri.
AĞAÇLARIN SIHHATİNİ KISKANMAK
Burhan, romandakinin tersine filmde, ağrıyan ayağına rağmen bir futbol maçına katılır, iki gol atar ve Nüzhet’e sulanan kaleciye haddini bildirir. Bir keresinde de havuza atlayarak boğulmak üzere olan Nüzhet’i kurtarır. Oysa, “Ağaçların sıhhatini bile kıskanır” durumdadır ve sevdiği kızın dikkatini çekmek için yaptıkları, hastalığını daha da ağırlaştırır.
İlerleyen yıllarda bazı sol aydınların sağ düşünce dünyasına seslenerek, “Alın Kemal Tahir’i, bize onu verin!” diyeceği Peyami Safa’nın “manevi edebiyat” sularına henüz tam olarak girmediği yıllarda kaleme aldığı, ilk baskısını Nazım Hikmet’e ithaf ettiği romanı “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu”, Tevfik Fikret dizelerine de yer veren, bir yalnızlık ve mutsuzluk öyküsüdür. Nejat Saydam’ın elinden çıkan senaryo bu temayı korumakla birlikte, iç karartıcı atmosferi ikiye katlayarak seyirciyi unutulmaz bir “mutsuz son”la baş başa bırakır.
Finalde Nüzhet, Burhan’ın ameliyatına girmediği için kocasını öldürür ve cinayet işlediği için asılarak idam edileceği korkusuyla delirir. İki genç bir ormanda çıkarlar son yolculuklarına. Polisler etraflarını kuşattığında Burhan elindeki tüfekle Nüzhet’i öldürecek, sonra da intihar edecektir.
“Dokuzuncu Hariciye Koğuşu”nun yankılandırdığı sorulardan biri de şudur: Genç adam, hastalığı hak etmemişti… Ama acaba Nüzhet’i hak etmiş miydi? Yanıt vermek, çok zordur.