Türk toplumu, küresel sistemin zulmünden nasıl kurtulacak?: Tefekkürsüz ve tevekkülsüz, bu yol nereye çıkar?
Tefekkürsüz ve tevekkülsüz ve de şükürsüz bir toplum haline geldik vesselam! Aslına bakarsanız, tefekkür ve tevekkülün anlamını bile bilmeyen bir toplum da olduk aynı zamanda.
Böyle olunca da, şeytanın bile aklına gelmeyecek her seviyedeki pislikler, düzenler ve düzmeceler günlük hayatımızı çerçeveler oldu. Haberlerde duyduğumuz siyasi, toplumsal ve magazinsel olayların hemen hemen tamamı, 30 sene öncesinden bakıldığında kabul edilemeyecek, ayıplanacak ve yuhlanacak kalitede bugünlerde.
Başka bir yüzyılda, yüzyılın tamamına bile sığdırılamayacak toplumsal değişiklik , bizim zamanımızda 10-20 seneye sığdırılınca, bir toplumsal şaşkınlık yaşamamak mümkün mü? Gencimizden yaşlımıza, şehirliden köylüye, cahilden aydına, “bindik bir alamete, gidiyoruz kıyamete” havalarındayız gerçekten de. Ve bu durumdan rahatsız olan da yok gibi. Ve asıl şaşkınlık yaratan da bu aslında.
Dindarlar ve siyasi olarak da muhafazakar kesimler, dünya kültürlerinde bu tür hızlı değişimlere en erken ve en sert tepkiyi verenler olurdu eski zamanlarda. Halbuki şimdilerde, genel toplumsal aymazlık, tüm kesimler gibi en muhafazakar kesimlerimizi de zehirlemiş olmalı ki, olan biten konusunda ses ve seda çıkarmamaktalar.
SİNA ÇÖLLERİNDEKİ HERMİT TÜM GÜN NE YAPAR?
O zaman gelin, ilk cümledeki iki önemli kavramı kısaca hatırlatalım, anlamayanlara ve unutanlara ve unutmayı tercih edenlere.
Tefekkür, bir kendinden geçip derinlere dalma ve yaşamla ilgili her şeyi bir başka boyutta düşünme halidir. Sina’nın çöllerindeki “mağaracı hermit”lerin, Trabzon’daki yalçın kayaların yüzüne yapıştırılmış manastırdaki “rahiplerin”, Anadolu’nun ve İslam’ın diğer topraklarında inci gibi dizilmiş tekkelerdeki “dervişlerin” yaptıklarına denir tefekkür. Şehrin göbeğinde, bu karmakarışık dünya işlerinin ortasında tefekkür yapılamaz. Yapsanız da o tefekkürden bir şey çıkmaz ve çıkmıyor zaten. Şehirlerdeki fare kapanlarımızda, kendini tekrar eden düşüncelerden başka bir şey gelmez akla. O sebepten de Yunus Emre gibi, İbni Sina gibi, El Hürezmi gibi, Mevlana gibi eski düşünürlerimiz, mutlaka toplumdan uzak bir tefekkürhane sahibi olarak, bize bıraktıkları derin düşünceleri üretebilmişlerdir.
Bunun modern hali, “düşünce kuruluşları” olarak, özellikle de Batı toplumlarında çıkar ortaya. Harvard Üniversitesinin bölümlerinden, Stratford Enstitüsü’ne kadar, Batı hegamonyasının beyni sayılacak kuruluşlar da, bu tür bir “tefekkür” tekniği ile üretirler düşüncelerini. Bunları uygulamak da emperyalist yöneticilere kalır.
LAİKLEŞEN TEFEKKÜR MERKEZLERİ: ‘GERİ ÇEKİLME MERKEZLERİ’
Batının felsefi, sosyal ve kültürel fikir yapıcıları da, bahsettiğimiz “tefekkür” yolunu kullanırlar yüzlerce yıldır. ABD’nin ve Avrupa’nın en manzaralı dağ başları ve deniz kenarları, “retreat center” adı altında bu tür çalışmaların merkezleridirler yüzlerce yıldır. Fikir geliştirecek ve hatta bir roman yazacak yazarlar bile, kendine bir “retreat center” seçer ve düşünce ve yazma malzemelerini yanına alıp bu yerlerde tefekküre dalar. Adına lâyık bir şekilde, “geriye çekilip, mevcut durumu gözden geçirip yeniden oluşturma” merkezleri olarak işlev gören bu yerlerden, olağanüstü nitelikle teoriler, düşünceler, besteler, atasözleri, kitaplar, şiirler çıkmıştır yüzlerce yıldır.
KÖŞELİ MİMARİ, FİKİRLERİMİZİ DE KÖŞELENDİRDİ
Tefekkürün olmadığı yerde ilerleme de olmayacaktır elbette. Son hızla şehirleşen Türkiye’mizin beton yığınları arasına sıkıştırılmış beyinleri de, büyümesi engellenmiş bir hale gelmiştir bizce. Bundan dolayı da, şehirlerimizin sert köşeli beton binaları gibi, düşünme yeteneğine sahip insanlarımızın fikirleri de bir o kadar köşeli hale gelmiştir ve esnekliğini kaybetmiştir. Belki de, her sene yazılan binlerce doktora tezlerinin arasına “şehirlerimizdeki binaların sert köşeli mimarisinin, Türk insanının düşünce yapısına köşeli etkisi” başlığını da eklemek gerekir bizce.
Gelelim “tevekkül” kavramına: bu da bir bakıma “tefekkür” halinde olan düşünen insanın yaşamdaki her şey konusunda, geleceği son bir istasyon diye düşünülebilir. Çünkü gerçek bir tefekkürden geçen insan, içinde bulunduğu her durum konusunda “tevekkül” göstermesi gerektiği sonucuna ulaşır. Başımıza gelen her şeyde bir “amaç” bulmaya çalışan bir pozitiflik yaklaşımıdır bu. Ya isyan edip kendinizi harcayacaksınızdır, ya da ataların dediği gibi “bunda da var bir hayır, bu da geçer ya hu!” diyeceksinizdir. Tevekkül, hiçbir zaman teslimiyet de değildir. Sadece şartlar altında elinden geleni yapıp, elinden gelmeyeni seni çevreleyen evrenin kanunlarına bırakmaktır.
‘İNSAN-I KAMİL OLMAYA, LAZIM OLAN İRFAN İMİŞ’
Büyük Türk düşünürü atamız Niyazi Mısrı, çok fırtınalı geçen hayatının “tefekkür ve tevekkül” derslerini, dört yüz senedir, dillerden düşmeyen şiirleri ve ilahileri ile bize taptaze şekilde iletmektedir. “Her şeyin en alasını ben bilirim, zaten her şey benimle başladı ve bitecek” tarzındaki narsistik hayat anlayışından bir an bari olsun vazgeçerek, bu elmastan daha kıymetli öğütlere bir göz atarsak, küreselleşmenin karanlık felsefeleri ve hayat tarzları altında ezilen bizlere, onlar bari biraz temiz nefes aldırabilir belki de. İşte size küçücük bir tanesi:
“Derman aradım derdime, derdim bana derman imiş, Burhan aradım aslıma, aslım bana burhan imiş.
Savm u salat u haccile sanma biter zahit işin, İnsan-ı Kamil olmağa lazım olan irfan imiş”
Niyazi’nin bahsettiği “irfan”, marketten alınan patatese benzemez. İrfan doğuştan da gelmez. Genlerle de fazla alakası yoktur. İrfan kazanılır. Bir ömür boyu uğraşarak, taş üstüne taş koyarak inşa edilir. İrfan “tefekkürsüz” olmaz, “tevekkülsüz” büyümez. Bu kavramları, Batının anlı şanlı üniversitelerindeki bitirdiğiniz doktoralar ile de kazanamazsınız. Hayatta geçirdiğimiz her an, tefekkürümüz için birer malzemedir ve final tevekkülümüz için de birer yapı taşıdır. Yolun sonu göründüğünde, huzur içinde “eyvallah” deyip sonsuz yolculuğumuza çıkarken, yanımızda götürebileceğimiz başka hiçbir şeyimiz olmayacağını da bilmemiz gerek.