Türkiye ‘AKP’ değildir!
Türkiye bugün kapitalizmin ve nicedir inşa edilmek istenen küreselleşmenin kuşatmasındadır. Deyim yerindeyse, Marshall Yardımı’nın (1947) 70. yılında, bu projeyle av sahasına alınan Türkiye sistematik biçimde bağımlı bir ülke haline getirilmiştir.
Öyle ki, mevcut siyasal iktidar ve siyasal erk merkez-çevre ilişkisinde yalnızca yönetim erki değil, bu sömürü ve bağımlılık çarkının birbirine benzeşen planlar/programlarla ülke geneline yaygınlaşmasının baş aktörü konumundadır.
Dikkat ederseniz üretmeden tüketme, toplumu/insanı değersizleştirme, aidiyetini kimliğini yok etme ön planda sürekli... Çatışma kültürünü ateşleyerek saldırgan politikalarla toplumun farklı kesimlerini “öteki”leştirme çabası... Yetmedi Türk-İslam sentezi propagandasını öne alıp toplumu manipüle etmek... Ama ötede de ülke kaynaklarının talanı, ülkenin tarihsel/kültürel birikiminin yağmalanması 1980’lerde başlayan bu “Yeni Dünya Düzeni” projesi 2000’lerin dünyasında atağa geçti.
Her şeye rağmen ülkenin birikiminin bu “fetih” zihniyeti karşısında var olmaya çalışması bir başarıdır gene de. Bu siyasi, kültürel ve ekonomik kuşatma toplumda derin yarılmalara neden olsa da, yozlaşma/çürüme had safhaya erişse de; Anadolu’ya açıldığınızda tanık olduklarınız Türkiye’nin yalnızca AKP olmadığını anlatıyor size.
AYNI ŞEYİ İSTEYEN TOPLUM OLMAK
AKP’nin iktidara gelmesiyle toplumun her kesiminde önce bir bekleme, sonra da beklenti başladı. Bu, hem siyasal bir dönüşümü sağlama, hem de ekonomik büyümenin önünü açma beklentisiydi. Toplumun geniş bir kesiminden destek bulup üst üste seçimler kazanması da bundandı. İslami bir gelenekten (ağırlık olarak “Milli Görüş”ten) gelen kadroların parti yönetiminde ve hükümette yer alması, “geniş taban hareketi” olmasa da; AKP’yi geniş kitlelere taşıyabildi.
Bunun nedenlerinin başında ekonomi ve siyasal istikrarsızlık gelmektedir. Yani ekonomik sorunları çözülemeyen, siyasal kutuplaşmaları giderek derinleşen bir toplumda istikrar/huzur en temel gerekçeydi. Üstelik uluslararası bir boyutu olan “Kürt Sorunu” kör bir savaş yumağıydı.
AKP’nin bunu sağlayabilmesi, yani ekonomik ve siyasi dönüşümlere adım atabilmesi için siyaseten rüştünü de ispat etmesi gerekirdi. Çünkü birçok alanda yetersizdi. Hele hele bürokraside, kültür ve sanatta, eğitimde, uluslararası ilişkilerde yetersizlik ötesindeydi.
İktidarının ikinci döneminde bunun işaretlerini verdi. Vesayet rejiminden çıkma ihtiyacı da kendini gösterdi. Ama bu kez, 2010’lara kadar sürecek dönemde, o siyasal güç ekonomik refahı tabana yaymak, toplumdaki işsizleşme/yoksullaşma oranını düşürmek yerine kendi elitlerini var etmeye yöneldi.
BİRİKİM VE GERÇEK
Yolsuzluklar, rüşvet işte siyasal yozlaşmanın, toplumsal çürümenin bir yansıması olarak toplumun gündeminde yer etti. Ergenekon ve Balyoz davalarıyla siyasal gücü ele geçirme çabası, vesayet rejimini ortadan kaldırma komploları sürerken; bu kez siyasal gücün kendi içindeki çatlama ortaya çıktı. Dahası gücü bölüşme isteği, biriken yolsuzlukları ve daha birçok şeyi ortaya çıkardı.
ABD hegemonyasının 1947’de başlayan planı meyvelerini vermeye başlamıştı. Toplumun sürüklenişindeki uyanış sürecini kesintiye uğratan darbeler yerini “projeler”e bırakmıştı. AKP, siyasal yapılandırma/değişim sürecinden siyasal çatışma sürecine yönelmiştir bu amaçla da. Bu iktidar olmanın kibri/hazzı ve yozlaşmasıyla yaşanan bir olgudur da aynı zamanda.
Onlara teslim edilen siyasal güç bir nevi “gasp”a uğramış, kendi çıkarları (ve dolayısıyla cemaatler) doğrultusunda kullanılmıştır. Şunca zamandır görülen o ki; Türkiye’nin birikimi kendini var etmeye yetiyor, ama siyasal yozlaşması bu birikimi dönüştürmek için sürekli engel. Bu anlamda hiçbir siyasal erk, bir ülkenin ne tek hâkimidir ne de teminatı. Çoğulcu bir toplum olma birikimini var eden Türkiye’nin bu gerçeğini artık görmek gerekir.