Türkiye’de işçi sınıfı var mı? -(TAMAMI)
İşçi sınıfı deyimi üretim araçlarının sahibi olmayan, geçimini emeği karşılığı sağlayan ve ortak konumlara sahip belirli bir toplumsal tabakayı ifade etmek için kullanılır. Bu sınıf sosyal ve siyasal alanda çok önemli bir aktör olabilecek güce sahiptir. Bu sınıfa mensup bireylerin paylaşması gereken ortak çıkar ve hedeflerin ayırdına varması sınıf bilinci kavramı ile ifade edilir. İşçilerin “kendisi için” bir sınıf olma ve burjuvaziye karşı verdiği mücadeleyi örgütlü bir siyasal mücadeleye dönüştürmesi çok önemlidir. Bu yapılmadığı sürece işçi sınıfı egemen kapitalist sınıf karşısında sosyal ve ekonomik yönden sömürülür, siyasal yönden de ezilir.
Bir işçi hareketinin var olması için yukarıda değindiğimiz niteliklerin üretim araçlarının sahibi olmayan ve üretim aracı sahiplerine emeklerini satarak geçinen insanların oluşturduğu toplum katmanında var olması gerekir. İşçi hareketi kavramının ülkemiz açısından irdelenmesi ve ülkenin ekonomik, sosyal, siyasal açıdan içine düşürüldüğü karabasanda işçilerin sorumluluğunun ne olduğu ve onların katkısı ile bu bunalımdan çıkış yolunun nasıl bulunacağının araştırılması laik, demokratik düzenin esenliği için çok önemlidir.
İşçi sınıfından söz edebilmek için sanayileşmenin varlığı gereklidir. Türkiye gerçek anlamda sanayileşmeye 1930’lardan sonra başlatılan planlı döneme geçilmesi ile başlamış ve demir-çelik, tekstil, çimento alanlarında kurulan fabrikalarla toplum işçi gerçeği ile tanışmıştır. Daha önce bir tarım ülkesinin emekçileri olan insanlar zaman içinde kırsal kesimden iş bulmak ve çalışmak umudu ile kentlere göç etmeye başlamışlar, kentlerin varoşlarında yeni bir sosyal tabaka oluşturmuşlardır.
Örgütlenmeyen, sosyal, siyasal amaçları olmayan böyle bir toplumsal tabaka sömürülmeye ve siyaseten ezilmeye mahkûmdur. Örgütlendiği ve “kendisi için” bir sınıf olmaya karar verdiği zaman ülkenin ekonomik ve siyasal geleceğini değiştirebilecek bir gücün sahibi olur.
Türkiye’nin 1950 öncesinde cılız bir işçi topluluğu vardı. Bu topluluğa “sınıf” diyemiyoruz çünkü ortak çıkarlarının ve örgütlenmenin ne kadar önemli olduğunun ayırdına varamamışlardı. Birleşmiş Milletler örgütünün kurulması , Türkiye’nin de kuruculardan olması ve ilkeleri arasında emeğin örgütlenmesinin vurgulanması üzerine Türkiye’de 1947 yılında ilk kez 5018 sayılı yasa ile işçilerin ve işverenlerin sendika adı altında örgülenebilmelerinin yasal zemini hazırlanmıştır. Daha sonra çıkarılan yasalarla bir demokratik ülkelerde olması gereken sendika kurma, toplu sözleşme ve grev hakları bizim işçilerimiz için de tanınmış ve işçi sendikaları toplum içinde bir güç olarak yapılanmaya başlamıştır.
Sendikal amaçlı örgütlenme çalışmalarının başladığı 1947li yıllarda ve özellikle soğuk savaşın başladığı ve Marshall Planının uygulandığı yıllarda yapılan bir temel hata ülkemizde çalışanların sınıfsal bir nitelik kazanmasını önlemiştir. Amerika Sovyet Rusya’nın yayılmasının ancak işçilerin örgütlenmesi ve onların Amerikan çıkarları doğrultusunda eğitilmesinin ile mümkün olacağının önemini kavramış ve 1952 yılında Türk-İş’in kurulmasına katkıda bulunarak ve Türk-İş’le ortaklaşa düzenledikleri eğitim programı kapsamında dört bine yakın sendika yöneticisini Amerika’da eğiterek işçi hareketini Amerikan modeli üzerine oluşturmaya çalışmışlardır. Bu modelin belirgin niteliği ücret sendikacılığı yapılması ve siyasal amaçlı sendikacılıktan uzak durulması idi. O günlerden bu yana işçilerimiz tüm işçi katmanının ortak değerlerini, giderek tüm toplumun çıkarlarını savunmak yerine sadece kişisel çıkarlarını, örgütlü güçlerini sadece kişisel ücret arttırma aracı olarak algılayan bir dünya görüşünün sahibi olmuşlardır. Toplumsal çıkarlar onların ve sendikalarının ilgi alanı dışında kalmıştır.
Türk sendikacılığının temeline bolca dökülen bu çimento harcı sendikacılığımızın, bugünlere kadar gelen, temel yanlışının ve sendikacılığımızı etkisizleştiren yönünü belirlemiştir. Bu nedenden dolayı işçilerimiz kırsal kesim alışkanlık ve eğilimlerinden kurtulamamış, sanayi işçisinin devingen, diri, atılgan niteliklerini özümseyememiş, işçi topluluğu olarak ortak değerleri olduğu ve bunlar için mücadele etmesi zorunluluğunun ayırdına varamamış ve tüm bu nedenlerden dolayı işçi sınıfı kimliğini kazanamamıştır.
Bundan sonra ki yazımızda sendikacılığımızın çöküşünün mimarı Türk-İş’in bir değerlendirmesini , işçilere nasıl sınıfsal bir nitelik kazandırılabileceği ve sendikacılığımızın nasıl demokratik yapının etkili bir aktörü olabileceğini incelemeye çalışacağız.