23 Aralık 2024 Pazartesi
İstanbul 11°
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Mersin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Üç dinin üçü de yalan söylüyor, bilmek zor konuşmak kolaydır…

Nihat Genç

Nihat Genç

Eski Yazar

A+ A-

Tüm çağlar içinde en çok savaş gören, en çok cinayet haberi okuyan ve tarihin ilk defa şahit olduğu mucize makineleri ilk gören en hastalıklı ve en şapşal kuşağının son temsilcilerinden biriyim.

Ampul gelmeden mumlu, gaz lambalı evi gördüm. Buzdolabı gelmeden karpuzları soğuk tutmak için önleri kuyulu evlerde yaşadım. Fotokopi gelmeden teksir makinesiyle uzun yıllar yaşadım. Asfalt hiç yokken bütün sokakları Arnavut kaldırımlı sokaklarda oturdum. Çamaşır makinesi gelmeden derede çamaşır yıkanan günleri yaşadım. Televizyon gelmeden akşamları masal anlatılan geceleri bilirim. Teyp gelmeden plakçılara koştuğumuz günleri bilirim. Telefon gelmeden babam, ağbim yemekte akşama ne ister her gün düzenli bir koşu gidip haber aldığım günleri bilirim.

Yazı makinelerini, daktilodan bugünkü bilgisayarına geçirdiği evrimi bilirim, teleksi bilirim, daktilodan sonra geliştirilen elektrikli otomatik yazı makinelerinin bugün Google’de aradığında dahi bilgisini bulamadığım, okunuşu kompazır ya da topbaş denilen ya da buzdolabı kadar büyük combigrafic (okunuşu böyle) makinelerini bilirim ve hepsiyle çalıştım. Milliyet gazetesinde ilk foto faksın yarattığı heyecanı bilirim, anne karnındaki bebeğin ultrasyon fotoğrafı gibi bir şeydi. Saç kurutma makinesinin ilk gelişindeki evimizde komşularımızla yarattığı sevinci bilirim. Kömürlü ütüleri bilirim. Önden kolla çevrilerek gır gır gır çalıştırılan arabaları bilirim.

Konforundan sual olunmaz yüzlerce makinenin ilk günlerini bilirim, bir kıyma makinesinden geçer gibi zihnimiz, bedenimiz bu makinelerin içinden geçti.

Cumhuriyet’in ilk kuşakları bir endüstri gücü olmadan modern çağda yaşanılamayacağının farkındaydı.

Doğunun yatılı liselerinde okuyan kara lastikli bir kuşak, 60’lı 70’li yıllarda yargının bürokrasinin en yüksek makamlarına gelebilmeyi yine de başardı.

Bugün ise endüstriye güç, enerji olacak 25-35 arası iyi eğitimli çocuklar evde oturuyor.

İslamcı ideoloji, Cumhuriyet’i bu köylü ve kara lastikli çocukların Yargıtay Başkanlığı koltuklarına nasıl oturduklarıyla hiç ilgilenmedi, varsa yoksa bir elitizm suçlaması.

Bugün bakıyoruz, İslamcı elitlere, ortalık ‘evliya elitlerden’ geçilmiyor, hacı, hoca, şeyh ‘kahraman’ ve ‘elitlerinden’ geçilmiyor.

Cumhuriyet’in kahramanları ise ‘yurttaşlardı.’

Ve cemaatler milletin ve dinin sırtından geçinip ‘mafyalaştı’, bu kara lastikli kuşağın bin zahmetle oluşturdukları hukuk kurumlarını bozdular ve kamu sektöründe ne varsa satıp yediler.

Ve her biri pisuvar sineği gibi yandaş medyanın yüzlerce yazarı, dinin sırtından geçinen bu mafya yapılarını öve öve bitiremedi.

Batı’nın kahramanları ise buzdolabı, çamaşır makinesi, cep telefonu, TV, arabalar ve bu makineleri üreten zeka ve bilimdi.

Makineler bizim hayatımızda tam tersi bir etki yaptı, sanki, hayatlarımız makineyle doldukça boş konuşmaya daha çok zaman ayırmaya başladık.

Makinelerin dünyanın bütün coğrafyalarını fethi ve duygusuz makinelerin insan ve toplum ilişkilerini yabancılaştırması felsefede ne çok konuşuldu.

Sanki makinelerin konforuyla ‘bencilliğimiz’ mi büyüdü?

Hepimiz duygusuz, gerçekte hiç birimize hayrı olmayan makinelerin kölesi mi olduk? Seri üreten makinelerle yiyeceklerimiz, doğamız, genlerimiz mi bozuldu?

Din, devlet, ahlak dahil her şeyin ‘satılık’ olduğu bir dünyaya mı düştük?

Sanki hepimiz çalışan üreten bölüşen değil, hepimiz aralıksız konuşan ‘ses aletlerine’ dönüştük!

Ekip çalışması, organizasyon, yüzyüze alışveriş, imece, ortaklık, arkadaşlık’tan çıkıp sanki sadece ‘konuşuyoruz.’

Mesela ‘insanca’ bir çevrede yaşamak nedir? Bilen var mı?

Temiz, hijyenik, estetik bir yeri mi kast ediyoruz? Mesela çok bir temiz camide hocanın vaaz verdiği yer insani bir yer midir?

Sanki bu konfor uygarlığı bizi karantina altına aldı, suni (yapay) bir yüzünde yaşıyoruz dünyanın, bu yeni dünyanın bilgisini göremeyecek ulaşamayacak kadar uzağındayız hala.

Bakıyorum hayatıma, hayat diye bir şey varsa, hepsi orta-lise-üniversite yıllarında spor, festival, yarışma, şenlik, ekip çalışması gibi arkadaşlarımla omuz omuza, yan yana, iç içe olduğum ve sonrası dergi odalarında arkadaşlarımla sabahlara kadar uykusuz kaldığımız günler dışında, sanki hayat hiç olmamış, hiç yaşanmamış gibi geliyor bana.

Şimdi şöyle kuşbakışı bakıyorum yaşadığım ülkeye:

Ortadoğu topraklarında üç büyük din, üçü de ‘öldürmeyeceksin’ diyor, iki bin yıldır birbirlerini öldürüyorlar.

Üçü de zina yapmayacaksın diyor, şu son on yılda dahi yüz binlerce küçük kıza gözlerimiz önünde tecavüz edildi.

Üçü de yalan söylemeyeceksin diyor, din adamları, diplomatlar alayı her gün yalan söylüyor, üstelik kim tumturaklı söylüyorsa o kahraman oluyor.

Üçü de tefeciliğe karşı, ancak, üçü de legal-illegal piyasalarını tefecilik üzerine kurmuş.

‘Din’ ne kadar çok konuşulmaya başlandıysa ‘savaşlar’ o kadar çoğalıyor.

Dini okullar, rahipler, hocalar ne kadar çoğalıyorsa hırsızlık, yalan, cinayet çoğalıyor.

Kim ne çok öldürüyor, kim ne çok halkına yalan söylüyorsa bize ‘vatanseverlik’ ve ‘din’ dersini o veriyor.

Barış lafını en çok kanlı örgütler kullanıyor.

Hırsızlığa, yolsuzluğa, cinayete en çok göz yumanlar kıbleye namaza durmuşlar ya da habire İmam-Hatip açıyorlar.

Sosyal ilişkilerinde birbirine en çok kim canım, cicim, şekerim, bir tanem diyorsa en çok onlar birbirini aldatıyor.

Cübbeler üniformaya dönüşmüş, kimin önünde el pençe divan duruyor, kimin elini eteğini öpüyorlarsa ‘komutan’ artık onlar.

Sanki ‘makineler’ bizim dilimizi kesmiş, kopartmış ve bize başka tür bir ‘dil’ vermiş. Sanki Batılılar, ey müslüman dünya, icatlar bizden, makineler bizden, fabrikalar bizden, üretim bizden, siz sadece konuşun ve birbirinizi boğazlayın demiş.

Bugün kullandığımız dille bu makinelerin hayatımıza henüz girmediği dünün dili arasında kıyamet kadar fark var.

Tarlada, atölyede, üretimde, ekip çalışmasında konuşulan dille camide, kilisede konuşulan dil arasında fark var.

Çok yorulmuş insanlarla hiç terlememiş insanların konuştuğu dil arasında fark var.

Madde, kaynak, eşya üzerine düşünenlerle soyut hurafe, hikaye anlatanlar arasında fark var.

İşsizlik her tür suçu körükler, bu sosyolojik gerçek ortadayken, sorun, şu dindarlar şu hocalar rahipler ne iş yapıyor?

Ne mi yapıyorlar, mezhepler arası dinler arası savaşları organize edip komuta ediyorlar.

Ve hepsi terlemeden yorulmadan çalışmadan emek sarf etmeden sadece ‘konuşuyor.’ Coğrafyaların en zengin mermer kaynakları üzerinde oturuyoruz, beton blokları yontmaya dahi üşenip kalıp kalıp satıyoruz, bu mermer dağları içinde bu mermeri yontup bir süs heykeli dahi yapacak sanatçı yetiştiremiyoruz.

Tüm çağlar içinde bu kadar konuşma, bu kadar iletişim, bu kadar haber olmadı, konuş konuş konuş, tüm tarihlerde bu yüzyıldaki kadar bu kadar seri savaşlar bu kadar yüksek oranlarda ölümler bu kadar kısa sürede hiç olmadı. Ekranlarda işi sadece konuşmak olan ‘tabur tabur yazarlarımız güya akademisyenlerimiz’ var.

Yıllar önce Kurtuluş parkında bir kapıcı ağbiyle tanıştım, NATO Yolu’nda oturuyor, çocuğu uyuşturucu sonra hırsızlık sonra cinayetten hapse girdi, oturur dertleşirdik. Gecekondusunu mahalleliyle imece yaptırdığı günleri doyumsuz bir neşeyle anlatırdı. Kendisi de her akşam başka bir komşusuna gecekondu yapıyor. Kapımız açıktı evlerimizin, girenimiz çıkanımız çoktu. Bir mahallenin kızı, çocuğu aynı ailenin çocuğu gibiydi… Sonra, ne oluyor bu çocuklara, gitti arkadaşını öldürdü..

Ne mi oldu?

Özeti, şu efendim.

Üretimle, çalışarak, ekiple, atölyede, ortaklaşa, dayanışarak, birlikte, el ele, yan yana, omuz omuza, sosyal alışverişle kurulan ‘ilişkiler’ başka tür ilişkilerdir.

Sadece, soyut, lafla, konuşarak kurulan ilişkiler başkadır.

Şu gazetecilerin, şu ekrandakilerin, şu siyasilerin, şu dincilerin, şu hocaların konuştukları şey başka şeydir.

Hayatlarımıza ve ülkemize el koyan ‘dinler’, ‘cemaatler’ bizimle ve dünyayla sürekli konuşarak başka tür bir ‘ilişki’ kuruyor.

Düğmesine bastığımızda çalışıp rahat ettiğimiz hayatımıza giren konforlu makineleri seyreder gibi, ekran karşısında hacılar hocalar dinciler konuşuyor biz dinliyoruz. Kumanda düğmesine bas, üretmeden çalışmadan kaynağı maddeyi bilmeden hiç zahmete girmeden eşya üzerinde kafa yormadan, konuşan konuşana, o girdi bu çıktı, o dedi bu dedi, şu geldi bu gitti, sabahlara kadar, konuşan konuşana.

Buzdolabının kapağını açar gibi, arabayı çalıştırır gibi, çamaşır makinesinin düğmesine basar gibi, bilgisayarı açar gibi bir yanılsamayla, açıyorsun dincinin hocanın siyasetçinin ağzını, kendi kendilerine konuşuyorlar, cennetler, vaatler, vatan hainlerine övgüler, İngiliz işbirlikçilerinden kahramanlık öyküleri, cinler, hurafeler, büyük başkan efsane reis, sonsuza kadar.

Sonsuza kadar ağızları açık.

Ve sonra her birinin ağzında kutsal ayetler, kutsal kitaplar, hadisler, evliyalar, inanç iman gırla gidiyor, her biri lafa gelince öldürmeyeceksin diyor.

İki bin yıldır öldürüyoruz.

Ve sonra yalan söylemeyeceksin diyor ve sonra zina, hırsızlık yapmayacaksın, diyor alayı, topu kilisesi, camisi, havrası birbirini öldürüyor.

Alayı hırsızlık yapıyor, alayı yalan söylüyor.

Onlar konuşuyor biz dinliyoruz, onlar konuşa konuşa, her birimiz şehit olduk, çocuklarımız terörist oldu, vatan haini ajan oldu, bomba olduk, ordu olduk, silah olduk savaş olduk.

Onlar konuşuyor sokaklarımız ortasında intihar bombacıları patlıyor yüzlerce insanımız ölüyor.

Onlar konuşuyor, Suriye’de kaç yüz bin müslümanı müslümana öldürtdük.

Onlar konuşuyor, Suriye savaşına yine doymadık bir kez daha ordularla giriyoruz.

Onlar konuşuyor topraklarımız, sınırlarımız bir mahşer yeri, onlar konuştu doğuda Suriye’de üç yılda iki milyon ev çoluk çocuğun başına yıkıldı, taş üstünde taş kalmadı, minik kızların kolu bacağı kalmadı.

Onlar konuşuyor anne, baba, çocuk birbirini tanımıyor, onlar konuşuyor, devletimizi, hukukumuzu tanıyamıyoruz, onlar konuşuyor, onlar konuşuyor tarihimizi düşmanlarımızı, birbirimizi tanıyamaz hale geliyoruz…

Onlar konuşuyor ülkemizi insanımızı tanıyamıyoruz, onlar konuşuyor, birbirimizden şüpheye düşüyor, birbirimizi ihbar ediyor, onlar konuşuyor başta devletimiz, insanlarımız iç savaş hazırlığı içinde...

Onlar konuşuyor içerde ve dışarıda savaşların biri bitmeden öbürü başlıyor, onlar konuştukça, derelerimiz yaylalarımız habire satılıyor.

Bir daha soralım, bu dincilerin hocaların konuşması, neyin konuşması?

Yüzyılın başında bir Çinli yazarın lafıdır: Yapmak zor konuşmak çok kolay.

Bir daha soralım...

İnsanlar birbirlerini konuşarak mı tanır, insanlar birbirlerini bir şey üretirken mi tanır?

Bu nasıl ne tür konuşma, onlar konuştukça birbirimizi tanıyamıyor, insanlıktan çıkıyoruz.

Bir daha hatırlatalım.

İnsanlar birbirlerini alışverişle, üretiml,e ekiple atölyede, tarlada, fabrikada dayanışarak, bölüşerek, omuz omuza, yan yana çalışarak, dans ederek tanır.

Atölyeyi, fabrikayı, çalışmayı, ekibi, üretimi, alışverişi hayatınızdan çıkartırsanız, birbirinizi tanıyamaz, cemaatlerin, dinlerin hurafelerindeki cinlere dönüşürsünüz.

Bir daha hatırlatalım, üretmeden, çalışmadan birbirinizin yeteneklerini bilemezsiniz, kim çalışıyor, kim üzülüyor, kimin derdi nedir, yüzüne bakmadan, elinden alıp eline vermeden, koluna girmeden, aynı atölyede gün boyu aynı ortamı koklamadan, iş arkadaşlarıyla aynı havayı solumadan, insan nedir, arkadaş kimmiş, biz kimiz, ülke nedir, kimse bilemez.

Ama size evinize çabuk gitmeniz için altınıza bir araba verirler, yiyeceklerinizi koymak için buzdolabı verirler ve bu konforların boşalttığı bütün boş zamanlarınızda, rahipler ve hocalar ve dinci siyasetçiler her yerde sizinle durmaksızın konuşur.

Onlar konuştukça komşularınıza hücuma geçersiniz, onlar konuştukça elde ayakta ne var satmaya başlarsınız.

Bir daha soralım, sahi, buzdolabı, çamaşır makinesi, cep telefonu, arabası olan bir insan, niye huzurunu bozsun niye savaşmak istesin?

Niçin bu konforu bırakıp kendini savaşa süren politikacıların götündeki kıl olmak ister?

NİÇİN?

O buzdolabının o cep telefonun ‘sahibi’ değildir, çünkü o buzdolabının, çamaşır makinesinin, arabanın kölesidir.

‘Sahip’ olabilmesi için o buzdolabının hangi emek ve zekayla üretildiğini bilmeli.

‘Sahip’ olabilmesi için o buzdolabını üreten beynin diliyle konuşabilmeli.

Bir de kendi elitleri hocalara ‘efendi’ diyorlar, muhterem efendim, muhterem hoca efendi, muhterem hoca efendi hazretleri… Köy imamlarının her biri Selçuklu Sultanları gibi kutsal payeler almış.

Sormak lazım, siz neyin efendisisiniz?

Müridlerin efendisi!

Yani, eşyanın efendisi, üretimin efendisi ,kaynak’ın efendisi, madenlerin efendisi değil.

Sormak lazım, siz hangi ‘derin bilginin’ sahibi efendisi oluyorsunuz, cinlerin, hurafelerin Tanrı’nın ayetlerin, dedikodularının efendisi!

O cep telefonlarını icad eden bilginin efendisi mi?

Yoksa, Tanrı’yla konuşmak kolay, sabaha kadar üfür üfür konuş, sabaha kadar duayla zikirle konuş, sabaha kadar ekranlarınızın müridlerinizin kumandası elinizde, konuşun.

Bu hocalar size sadece seslerini taklit edebileceğiniz bir ‘dil’ verir, bu hocalar baykuş gibi bin yıldır aynı ‘dilden’ konuşur.

Bu hocalar size sadece ‘komutlarına’ uyacağınız ve gönüllü öleceğiniz, gönüllü savaşacağınız uysal, sadık, boynunu eğmiş kaderine razı köle bir dil verir.

Bu hocalar kıyametin, savaşın ortasında dahi sizi ‘uyutmayı başaran’ bir dil verir.

Ve bir gün başınızdan aşağı bombalar yağıp uyandığınızda kendinizi dört yandan bir savaşın içinde bulursunuz.

Onlar konuştukça görünmez güçler, görünmez azizler, görünmez evrenler gelir gözlerinizin önüne… Onlar olmayan şeylerle konuşur. Olmayan dünyaları konuşur.

Ve onlar konuştukça bilim-kurgu bir alemin içine girersiniz, birden savaş uçaklarınız düşman askerlerin eline geçer.

Onlar konuştukça en ciddi okullarda çok sıkı bilimsel eğitim almış milyonlarca çocuğunuz en enerjik çağında evinde günboyu sigara içer oturur.

Ve bir gün bir bakmışsınız ki, iyi eğitim almış bu yüz binlerce çocuk, birden kendini size araba satanların ordusunda ajan olmuş, çocuklarınız komşularınızda müslüman öldürüyor.

Bir bakmışsınız ki, Müslümanlar, iyi eğitim almaları için canınızı dişinize taktığınız hayatınızı seferber ettiğiniz dünya güzeli çocuklarınızı öldürüyor.

Bir bakmışsınız ki, din mezhep savaşlarına daha çok uysal daha çok sessiz daha çok köle çocuklar yetişsin diye bütün okullarınız İmam Hatipler’e dönüştürülmüş.

Hocalarının önünde diz çöküp, ellerine din kitaplarını alıp, öldürmeyeceksiniz diye diye diye konuşup konuşup konuşup birbirlerini öldürsünler.