Ülkenin kalkınmasında tiyatronun rolü
Bundan yirmibeş yıl kadar önce, bir ülkenin ekonomik ve toplumsal kalkınmasının, o ülkenin kültürel kalkınmasıyla olabileceği üzerine bir iki yazı yazmıştım. Onun için, bugün yeni bir şey söylemeyi değil, çok önemli bir konuyu vurgulamayı ve anımsatmayı deniyeceğim. Ne yazık ki, yıllarca önce yazılan birçok yazı, tartışılan birçok konu gibi, bu da geçen bunca yıldan sonra güncelliğini hâlâ koruyor.
Kültürel kalkınmanın enerji merkezi sanattır. Kültürel dediğimde, buna elbette insanın yaşamındaki bütün üretim biçimleri dahildir. Tiyatro da, bu enerji merkezinin kısa yoldan etki sağlıyan santralıdır. Bilindiği gibi sanata değer verilen ülkelerde yaşam koşullarını ortaya çıkaran ekonomi, teknoloji ve gelir dağılımı daha iyi bir durumdadır. Sanata değer vermeyen hükûmetlerin sonu daima hayal kırıklığı ile son bulmuştur. Çünkü sanat bir ülkenin üretimini arttıran bir araçtır. Bu binlerce deneme ile kanıtlanmış durumdadır. Sahne, özvarlığımızı farketmemize yarayan şeylerin, mutlulukların acıların, sevgi ve nefretlerin, üstünlük ve zayıflıkların şasmaz, büyülü aynasıdır. Romantik dönem Alman ozanı ve yazarı Novalis, tiyatroyu, "insanoğlunun canlı yansısı" olarak tanımlar. Tarih boyunca, toplumlarda ve insanlarda yaşam korkusu ve yokolma tehlikesi arttıkça, tiyatro da buna karşı o şiddette karşı durmuştur. İnsan yaşamında olağanüstü ve çoğu zaman da kendini belli etmeden roller oynayan tiyatronun tarihsel gelişmesi içinde, her çığırın tinsel, siyasal, toplumsal durumlarını aydınlattığı görülür. Artık bugün tiyatronun varlığı ve etkisi tartışma götürmez bir gerçektir; tiyatronun her gelişme evresi yalnızca bir vakit geçirme aracı olmamıştır. İnsan yaşamında bu gelişme basamağı, seyircinin tiyatro olayına katılışı ile, kendini tanımanın, kendini gerçekleştirmenin ya da daha çok günümüzde görüldüğü gibi, maskeleri atmanın ilkelerini ortaya çıkarmış, halkı bilinçlendirerek kendi ülkesinin ekonomik kalkınmasına yardımcı olmasını sağlamış ve yapısı içinde kendine özgü bir varlık olmuştur.
Ekonomik kalkınmada tiyatronun rolü, en çok bu sanatın güncel olma özelliği ile ortaya çıkar. Viyana Saray tiyatrosunun sanat yöneticiliğini yapmış olan Heinrich Laube'nin, 1847 yılında,"Tiyatro kendi çağında gerçekten yaşayanı göstermekle sorumludur ," sözlerini anımsıyarak tiyatronun güncelliği konusunun her çağda geçerli olmuş olduğunu vurgulamakta yarar var.
Yirminci yüzyılda yaşamak, hiçbir yönden huzur verici değildir. Seyirci içinde yaşadığı sorunların sahneden doğru bir biçimde aktarıldığını gördüğü anda, ayakta duracak direnci de elde eder. Tiyatronun seyircisine karşı sorumluluğu vardır. Bundan on yıl kadar önce ölen, tanınmış Alman tiyatro yönetmeni Hans Schweikart, çağımızda her yönden tehlike içinde ve tehdit altında bulunan insanlar için tiyatronun sorumluluğunu şöyle açıklamıştır: "Tiyatro, seyircisine, kendi yaşantısında bilmediği şeyleri, yani daha çok bilmekten kaçındığı gerçekleri göstermekle yükümlüdür. İş adamlarının yarattığı harikalar ile dünyanın bir anda yokolması korkusu arasında sersemlemiş olan insanlar yaşamın verdiği güvensizlik karşısında, tiyatrodan" ayaklarını sağlamca basabilecekleri bir zemin dilemektedirler. Shakespeare'in Hamlet 'te dediği gibi, sahne "çağının aynası ve kısaltılmış tarihi"dir. Bunun için de, sahne, çağını doğru olarak, açık ve seçik, bozmadan yorumlayıp yansıtabildiği anda önemli bir araçtır. Hele "çağını şiirli bir biçimde anlatabiliyorsa" daha da önemli bir gereksinim oluverir. Öyle ki, tiyatro, güzeli abartmadan, kötüyü örtbas etmeden, çirkini saklamadan ve doğruyu yadsımadan görevini yapmalıdır.
Gelişmiş insanlar için tiyatro vazgeçilemiyen bir gereksinimdir. Onun için de, gelişmiş ülkelerde yaşamsal bir önemi vardır. İkinci Dünya Savaşı'nda hava saldırılarında bombalarla yerle bir olmuş Almanya'nın kısa bir süre sonra Avrupa'nın ekonomik açıdan en güçlü devletlerinden biri durumuna gelmesi üzerine, Federal Almanya'nın ilk Şansölyesi Konrad Adenauer'e, «Alman Mucizesi» denilen ekonomik kalkınmalarını neye borçlu olduklarını sorduklarında, Adenauer şaşırtıcı sanılabilecek bir yanıt vermiştir: "Tiyatroya! Onun için de herşeyden önce tiyatro binalarımızı yaptık." Aslında, hiç de şaşırtıcı bir yanıt değildir bu. İkinci Dünya Savaşı'nın külleri altında kalan tüm gelişmiş ülkelerde, ilk onarılan ve yeniden yapılan binalar tiyatro ve opera binaları olmuştur. Aynı anlayış, Avusturya'da, İngiltere'de, Fransa'da, Hollanda ve Belçika gibi daha birçok gelişmiş ülkede görülmüştür.
Buna karşılık bu bilince erişmemiş bir politik ortamda, tiyatro bir ihtiyaç olarak görülmediği gibi, onun ekonomik kalkınmadaki moral rolü hiç mi hiç dikkate alınmaz; bu gibi toplumlarda genelde bunun farkına varan politikacılar parmakla gösterilecek kadar azdır. Onun için de, partilerin programlarında sanata ilişkin maddeler bulamazsınız. Seçim öncesi konuşmalarda sanata da değinilir, ama seçildikten sonra verilen sözler unutulur. Bu anımsatıldığı zaman da daha öncelikli işlerin olduğu belirtilir. Bir toplumun ruhsal ve zihinsel yaşamını beslemekten daha öncelikli ne vardır? Ancak ruhsal açıdan sağlıklı bir toplum, ekonomisini de düzeltebilir. Tiyatronun ihmal edildiği, ihtiyaç olarak görülmediği geri kalmış ülkelere bir bakalım; bunların tümü de maraz bir topluma sahiptirler. Kafa yapısı olarak gelişmemiş toplumlarda zekâ üçkağıttan başka bir şeye işlemez. O toplumlarda, eğitim bir angarya, bir zaman kaybı olarak kabul edilir. Vurgun dünyası için eğitim bir engeldir. Esas olan başkalarının sırtından geçinerek para kazanmaktır. O toplumlarda diplomalılar işsiz kalırken, eğitimsizler çevirdiği dolaplarla övünür ve köşeyi dönmek için bütün güzel, doğru, insana yakışan erdemleri, ahlâkı bir yana bırakıp açgözlü bir canavar gibi, ‘yalnızca ben ben ben,’ diyerek hiçbir ölçü tanımadan toplumun bir enayi, kendisinin de bir çok akıllı olduğun sanır. Böyle bir toplum ne cinsel sorunlarını çözümlemiştir, ne de ailevi sorunlarını. Bunun sonucunda, herkesin birbirine baskı yaptığı, sorumluluk duymadığı, birbirini ezmeye çalıştığı, birbiriyle iletişim kuramadığı, yalnızlık ve karamsarlık duyguları içinde tükenerek biten şizofrenik ve paranoyak bir toplum ortaya çıkar. Böyle bir toplum da ekonomik sorunlarını kolay kolay çözümliyemez. Çünkü ekonomik gelişme için, sağlıklı, oturmuş bir topluma, üretimin önemini bilen yurttaşlara ve bulunduğu makamın yaşamsal önemini kavramış politikacılara gereksinim vardır. Belki inanmıyacaksınız, ama bütün bunları sağlamada tiyatro tarih boyunca büyük bir yardımcı olmuştur.
Tiyatro, insanları baskılardan kurtaran, onların düşünüp de yüksek sesle söyliyemiyeceği şeyleri dile getirir. Açıksözlü bir sanattır tiyatro, onun için de baskı dönemlerinde çekinilecek bir şey, bir tabu durumuna da getirilmiştir. Gogol'ün "yüzünüz çarpıksa aynaya kızmayın," sözü tiyatroyu yasaklayanlar ve onun üzerinde baskı kuranlar için söylenmiştir. Bertrand Russel'in Birey ve Toplum Ahlâkı adlı yapıtında belirttiği gibi, "insanları susta durdurarak ve onları çekingen bir duruma getirerek iyi bir dünya yaratamayız. Güzel ve sağlıklı bir dünya ancak korkusuz, açıksözlü ve başkalarını düşünen insanlarla yaratılabilir. "
Tiyatronun amacı, yozlaşmayı engellemek, hiç olmazsa geciktirmektir. Nükleer savaş tehlikesinden, çevre kirliliğinden, hatta bazı toplumlardaki açlık sorunundan bir gün kurtulabiliriz. Ancak dikkatli olmadığımız takdirde, boşlukta kalmış insanların çoğalmasıyla, başka deyişle, ‘ölüm içgüdüsü’nün çoğalmasıyla, yokolmaktan kurtulamayız. Sanatın sınırsız toprakları üzerinde, tiyatro, yarının dünyasını kurtarmak adına Estetik Dünya’yı yaratmak zorundadır. Bu estetik dünyanın ise bir toplumun ekonomik kalkınmasında sayısız yararları vardır.
Tiyatro, asla ölmediği için değil, sürekli yeniden doğduğu için ölümsüzdür. Gelecekte bizim küllerimiz üzerinde, efsanevi kuş zümrüdüanka gibi, yeni bir dünya, daha mutlu bir dünya yaratmada, tiyatro da bu önemli görevini sürdürecektir.