Uluslararası Madenciler Gününde: Yolumuz Ankara Hedefimiz Çankaya Madencimizi baş tacı yapacağız
Madenci denince ilk akla ne gelir? Nedense ben hep ışıl ışıl sevgiyle bakan iki gözle bakışırım.
Ardından da gür sesli mücadele kararlılığıyla yerimden fırlarım.
Koşullar dayamış hançerini bağırlarına.
Bir başkadır halleri.
Çare yok mudur?
Vardır.
1979 Temmuz’unda kundaktaki bebeğimi birine, üç yaşındaki ablasını başka birine bırakıp koşmuşum yanlarına. Daha sonra o günleri anlatan “Öyle bir devlet olmalı ki... Kadınlar da madene inebilmeli” başlıklı bir yazı yazmışım. İşte o ışıl ışıl gözleri görünce “güçlü devlet, üreten millet” aşkımız depreşmiş. O kundaktaki bebek gelmiş 44 yaşına.
Güçlü devletin eli kulağında.
Geldi gelecek.
Yetti artık!
Kadınların, çocukların bile güvenle madene inebileceği günler göreceğiz.
O zamanlarda yaşları tutmayan çocuklar ya başkasının kimliğiyle madene işe girerdi ya da yaşlarını büyütürlerdi. İlk asansörle indiğimizde sormuştuk. 30’lu 40’lı yaşlarındaydılar. Ciğerler gitmiş. Yaşlar sanki 70. O yaşı zaten hiç göremezlerdi. Ortalama yaş 50’ydi. Türkiye ortalaması 67’yken.
Can parası.
Bizim ise can borcumuz.
MADENCİLER VATAN GÖREVİNDE
12 Eylül Amerikancı darbe sonrası art arda ekonomik kararlar geliyor. 24 Ocak 1980 bir dönüm noktası. Kara tarih. Türkiye üretimden vazgeçiriliyor. 1989 Bahar Eylemleri bütün işçi sınıfını sarıyor. Halk destekliyor.
Madenciler elbette iş başında.
1965 ve 1968’den bu yana toplu bir hareket olmamış. 80 sonrası ağır ekonomik koşullar ve toplumsal baskılar da etkiliyor. İlk 1988 toplu iş sözleşmesinde grev tartışmaları gündeme geliyor. Uzlaşma sağlanıyor.
Bu arada TÜRK-İŞ 1990 yılının Mart ayında hükümete bir rapor sunuyor. Eğer taleplere olumlu verilmezse uyarı eylemi yapılacağı açıklanıyor. Bunlar da şöyle sıralanıyor: “Yasal düzenlemelerde hak ve özgürlüklere yönelik demokrasi dışı hükümlerin korunması, yolsuzluklara olanak tanıyan kuralsız piyasa düzeninin ve yüksek enflasyonun geniş halk kitleleri üzerindeki olumsuz etkileri, devlet memurlarına verilen zam oranının düşüklüğü, laik Cumhuriyet ilkesinden ödün veren davranışlara göz yumulması ve belediyelerde çalışan işçilerin alacaklarının ödenmemesi…”
Eylemin yasa dışı olduğu yolundaki mahkeme kararına karşın eylemler oluyor, katılım sağlanıyor..
Zonguldak’ta Şubat 1990’da özelleştirme siyasetine karşı “İnsana Saygı Mitingi” düzenlenmişti.
48 BİN MADENCİNİN GREVİ
31 Ocak 1990’da Amasra’da grizu patlamış, beş işçimiz yaşamını kaybetmiş. Ardından 7 Şubat’ta, Yeni Çeltek’te yine bir grizu patlaması. Bu kez can kaybımız 68.
17 Kasım 1990’da geniş katılımlı “Hükümete Karşı Zonguldak Kurultayı” toplanıyor.
30 Kasım 1990 günü toplu iş sözleşmesi görüşmelerinde anlaşma sağlanamıyor. Türkiye Taşkömürü Kurumu (TTK) ve Maden Tetkik ve Arama Genel Müdürlüğünde (MTA) çalışan 48 bin madenci “12 Eylül yasalarını” protesto ederek grev kararı alıyor.
Çünkü sorun yalnızca ücret değildi. Türk devleti kara elmasını gözden çıkarmış. Türk madencisi ekmek teknesine sahip çıkıyordu. Özelleştirmeye, üretimden vazgeçirilmeye, ocakların kapatılmasına karşı çıkıyorlardı. O zamanki Vatan Partisi, o zaman Sosyalist Parti de gazetenizin öncülü 2000’e Doğru Dergisi de her zaman oradaydı. Mücadelenin içinde. Bugünlere gelineceği belliydi. Engelleme gayretindeydi.
Bir keresinde bizim kamerayı TRT sandılar. Tepkiler başladı. Açıklanınca bu kez destek sloganları atıldı.
MÜCADELE ALANINDA KADIN ERKEK EŞİTLİĞİ
Bir hafta boyunca biz de oradaydık.
Bir maden işçisi Nazım ve Birsen Ayaroğlu’nun evinde kaldık. Nazım Ayaroğlu Çaydamar’da yeraltı işçisi. Birsen Ayaroğlu o zaman Sosyalist Parti’nin kadın liderlerinden ve il yöneticilerinden genç bir kadın.
Her sabah erkenden kalkıyoruz. İşçi mücadelesi kadın erkek ilişkilerini de bir düzene sokmuş. Kadın erkek iş ayrımı yok. Herkes evin içinde koşturuyor. Kimi sobayı yakıyor, kimi kahvaltıyı hazırlıyor, çocuklar okula gönderiliyor… Bir an önce eyleme katılmalıyız. Bütün Zonguldak ayakta. Grev komiteleri kurulmuş. Müthiş bir coşku. Avukatlar, esnaf, belediye işçileri, gazeteciler, kadınlar, erkekler… Dördüncü beşinci gün 60-70 bin kişiye çıktı. O zaman tutucu bir yerdi Zonguldak. Yarı köy kökenli. Çarşıya hiç inmemişler bile vardı. Erkeğe değmesin diye. Ama hepimiz omuz omuza Genel Maden İşçileri Sendikası’nın (GMİS) önündeyiz. Sloganlar atılıyor.
Vur! Vur! İnlesin
Çankaya dinlesin!
Yar saçların lüle lüle
Özal sana güle güle!
SİLKELE BAŞKAN DÜŞECEKLER
Özal’dan zaten hayır yok da, Ecevit ve Erdal İnönü’den de ses yok.
İşçiler tepkili. Onlara “Fren partisi” adını takmışlar. Oysa Vatan Partisi’nin o zamanki adıyla Sosyalist Parti’nin yurtdışındaki üyeleri bile madencisine destek masaları açmış.
YOLUMUZ ANKARA HEDEFİMİZ ÇANKAYA
Hedef alanlarda çiziliyor ta o zamandan.
Arada ses kısıklığı konusunda tarifler paylaşılıyor. Yok yumurta iç şunu kaynat… filan.
Biz de ilk gün Sendika yöneticilerine başarı dileklerimizi ilettik, sonra yerimize geçtik, yandaki fotoğrafta kendi kafamı bulmaya çalıştım ama ne mümkün…
Bir ara yanımdaki kadın heyecana geliyor başındaki örtüyü sıyırıp eline alıyor, bayrak gibi sallayıp sloganlarla tempo tutuyor.
O sıralarda İstanbul’da türban konusu tartışılıyor… içimden diyorum ki… o hoo boşuna zaman harcıyorsunuz…işte budur… çözüm burada… bu alanda.
Yalnızca o mu!
“Özal gitmeden işsizlik bitmez, enflasyon durmaz, demokrasi gelmez!”
Az daha dursalar ekonomi-politika dersi verecekler.
Kadınlar eyleme bütün ağırlıklarını koyuyorlar. Çocukları bile o gururu yaşamak istiyor.
Nasıl da kendilerine güvenliler.
Madenci eşi Birsen Ayaroğlu bir ara Sendika binasının ikinci katına fırlıyor, penceresinden konuşma yapıyor.
Alkış, kıyamet, gözyaşı…
Polisler de bizden.
“Lütfen”li uyarılar yapılıyor;
Yolun tamamını kapatmayın.
Bütün Zonguldak çarşısı camına destek yazıları asmış. Kapılarını kapatmış madenciyle birlikte. Köyler boşalmış onlar da alanlardalar.
ZONGULDAK DAR GELİYOR
Zonguldak dar geliyor.
4 Ocak 1991’de Ankara’ya Büyük Madenci Yürüyüşü başlıyor.
Sosyalist Parti Genel Başkanı Ferit İlsever ve diğer yöneticiler ön saflarda.
Yağmuru çamuru dinleyen yok. On binler Ankara’ya seslerini dinletmeye gidiyorlar. Kadın çocuk çoluk yola çıkıyorlar. 6 Ocak 1991’de yolun barikatlarla kesildiği haberleri geliyor. Kadınlara Zonguldak’a geri dönmeleri çağrısı yapılıyor. Dinleyen kim. Yola devam! Adım adım… Ankara.
Dönemin başbakanı oysa demiş ki tembeller çalışmıyorlar, onun için kapatalım, satalım, özelleştirelim… açalım kapıları, kaldıralım milli sınırlarımızı, küreselleşelim, güzelleşelim.
Bugünün başlangıç noktası.
Arkası çok hızlı geldi.
Film geri sarılacak.
Kaldığımız yoldan devam edilecek.
Kara elmasımıza sahip çıkılacak.
Programı hazırdır.
2022’nin bilgi ve birikimiyle devlet yeni yatırımlar yapacaktır. Madenci kendine çok yakışan onuruyla yaşayacaktır. Hem de çok yaşayacak. Madencinin ak süt gibi temiz alın teri o yollarda kalmayacaktır. Ekonominin çarklarına hız katacaktır.
Bu bir siyasi iradedir.
Üretenlerin milli hükümetini kuracağız.
Madencimizi baştacı yapacağız.
ÖYLE BİR DEVLET OLMALI Kİ... KADINLAR DA MADENE İNEBİLMELİ
Temmuz 1979. Türkiye İşçi Köylü Partisi’nin Milli Bağımsızlık ve Birlik gecesi için Zonguldak’tayız. Müthiş kalabalık, coşkulu bir toplantı oldu.
Öyle bir dönem ki adım adım 12 Eylül geliyor. Değerli savcımız Doğan Öz katledilmiş. TİKP’nin Gaziantep İl Başkanı, Türk-Kürt kardeşliğinin simge isimlerinden, doğal önder Zeki Ön kardeşim sokakta vurulmuş. Biz yine bağımsızlık, birlik ve beraberlik görevini üstlenmişiz.
7 ve 8 Temmuz 1979 tarihli, Zonguldak haberlerimizin de yayımlandığı Aydınlık’ın birinci sayfa başlıkları şöyle:
“İki elimiz yakanızda! Bu cinayet şebekesinin peşini bırakmayacağız!”
“Doğan Öz’ün katillerini tek tek saptıyoruz”
“Apocu katiller yakalanmadan Doğu’da huzur sağlanmaz”
“Apoculardan yaka silken Elazığlılar Vali ile görüşte: Yetkiyi bize verin anarşi nasıl önlenir görün”
GERÇEK MADENE İNİYORUZ
Akşamdan sözleştik. Ertesi gün sabah erken madene ineceğiz. Partimizin o zaman Zonguldak’taki yedi yöneticisinden altısı maden işçisi zaten. Doğu Perinçek diyor ki, “Bizi gerçekten çalışılan bir ocağa indirin. Öyle göstermelik misafir gezisi yaptırmayın...” Sabah saat dokuzda Üzülmez’deki Asma ocağının önündeyiz. Akşam vardiyası çıkmış. Sabahçılar ineli bir saat olmuş. Mühendis arkadaşlar karşılıyor girişte. İlk önce benim sorunumu çözmek zorundayız. Bilirsiniz herhalde, gemiye ve madene kadın almazlar. Uğursuzdur. Hadi gemiyi anlıyorum da, maden niye acaba... Mehmet sekiz aylık bebek, Kiraz daha üç buçuk yaşında. Gazeteden Servet arkadaşım “sen git ben bakarım Memo’ya” demiş. (Gerçekten de sabahlamışlar birlikte...) Kiraz’ı da kız kardeşime emanet etmişim, koşa koşa gelmişim Zonguldak’a, Karabük’e...
Ama yine de boynumu bükmüş, çıkacak kararı bekliyorum. İşçilerin inançlarını, duygularını incitmek istemem. Bir de bir şey olur, molur. Kendi ölümüme yanmam da...
Yaşasın! Mühendis arkadaşımız Ali Krang’tan onay çıkıyor.
-Zaten artık maden mühendisi, jeolog kadın arkadaşlar da var. Bu tür yersiz önyargıların kırılması bakımından da iyi olur.
Şimdi düşünüyorum da mesele, boş inanç meselesi değil. Ama madenler de o kadar güvenli olmalı ki, değil kadınlar çocuklar bile inebilsin. İşçisini, vatandaşını düşünen bir devlet! Öyle kolay ki...
ERKEN EMEKLİLİK
Hemen gidiyoruz. Üstümüzü değiştiriyoruz.
Aydınlık’ta Kerem Çalışkan çok ayrıntılı anlatmış: “Uzun uçkurlu madenci donu, iç fanila, ceket, pantolon, çorap ve çizme. Daha sonra üstüne lambaların asılacağı, hafif palaskaya benzeyen madenci kemerleri takılıyor. Herkes kafasına uygun sağlam bir baret bulduktan sonra grup harekete hazır...”
İlk önce lambahane. Baretlerimize lambaları takıyoruz.
Kafese yani asansöre biniyoruz. Zincirlere tutunup yaslanıyoruz. Sarsıla sarsıla aşağı iniyoruz. Galeride işçilerle karşılaşıyoruz. Yaşları 30-35. Ama 60’tan fazla gösteriyorlar. Çoğu erken emekli oluyor. 40-45’i ya buluyor ya bulamıyorlar. 60’tan fazla yaşayan az. Özellikle lağımcılar, ocakta taşları delip yol açanlar. Akciğerleri erkenden onları terkediyor. Aslında 18 yaş zorunlu ama amcaoğlunun kimliğiyle 15 yaşında işe girenler var. “Ne yapalım ekmek parası” diyorlar.
“Sulu ayak” denilen yere gideceğiz. Çalışma koşulları açısından en zor olan bölüm. Ayakbaşına doğru yürüyoruz. Karanlık. Lambalarla aydınlatıyoruz. Çizmelerimiz şimdiden mıcır, su ve çamur doldu. Yürü yürü sanki yol bitmiyor. Bir saatten fazla. Düşünün, diyelim işçi ocağa indi, işe başlayacak... insanın hali, morali kalmaz.
ANKARA’DAKİLER DE MADENE İNMELİ
Sonunda ayak başına varıyoruz. Düz oturmak bile olanaksız burada artık. Tahkimat yapılıyor. Domuzdamcılar çalışıyor. Vardiyaya ineli iki saat olmuş. Üzerlerindeki fanilalar ıpıslak. Yukarıdan su damlayıp duruyor. Denizden kaç metre aşağıdayız acaba? Madenciler “kot” diyor. Şimdi hesaplayacak durumda değiliz zaten. Kendimi işçilerin yerine koyuyorum. Sigara yok, çay yok... saatlerce karanlık, ıslak ve en beteri... onu çıkarken öğreneceğiz.
İşçilerle sohbet ediyoruz.
-Kimse bizim hakkımızı savunmuyor.
-Sendikalar?
-Onlar da...
-İçinizden birilerini seçin...
-Seçtik ama altı ay sonra onlar da gelsin çaylar kahveler unuttular bizi...
Doğu Perinçek’in bulduğu çözüm pek hoşlarına gidiyor:
-O zaman 6 ay madende çalışacak, altı ay yukarıda. O zaman unutmaz.
Hele bakanın gelip yerlere talaş serpilip en rahat yerlerde dolaştırıldığını duyunca bir öneri de Ankara’dakilere geliyor:
-Ellerine kazma alıp bir gün burada çalışmalı ki, işçinin durumunu bilsin...!
Hele Partili mühendislerin, işçilerin hiç kaçarı yok. Her gün en zor görevlere talip olmalılar. Genel başkan talimatı!
Kerem fotoğraf çekiyor. İşçiler özellikle istiyor. Sonradan yazısından öğreniyorum. Anti-grizu flaş gerekiyormuş. Çoğu karanlıkta çıkmamış. Vedalaşıp ayrılıyoruz.
Bir sandalyenin altı kadar yerden, neredeyse yatar vaziyette tek tek kayarak iniyoruz. Önümden biri iniyor, sonra ben. Arkamdan kayan arkadaşım şöyle kocaman bir kömür parçasını yuvarlıyor. Sen gel tam benim ayağımın üstüne o hızla düş. Canım yanıyor biraz, ama çizmelerin içi zaten küçük kömür, su dolu. Sesimi çıkarmıyorum. Girişim zaten tartışmalı.
BUGÜN DE SAĞ ÇIKTIK DİYE ÇALIŞMAK
Neyse çıkışa doğru gidiyoruz. Bizle birlikte gelen madenci geri, işine dönecek. “Geçmiş olsun” diyor ayrılırken. Hani biz şehirliyiz de, zor geldi de... ondan mı acaba...
Öyle bir yabancılaşmaya alınıyorum doğrusu. “Neden öyle söylüyorsunuz..” diyorum. Aradan kaç yıl geçti. En ufak bir kaza bile olsa, hâlâ orada onlarla birlikte olurum, nefes alamam, tıkanırım.
“Yok” diyorlar “biz her gün çıkarken, âdettir birbirimize öyle deriz...”
Yıllarca bugün de sağ çıktık diye çalışan madenciler. İşte hele bu, beni nasıl etkiler... Nefessiz kalmak bir yana, katıla katıla ağlatır. Şuramdan hiçbir yere kıpırdamayan bir yumru.
Çıkış gerçekten daha zor sanki. “Vargel”e geliyoruz. Daracık tahta bir merdiven. 100-150 metre tırmanmışız. Nasıl çıktıysam artık, onu unutmuşum. Kerem’in yazıdan hatırladım.
Dışarıda yeni vardiyaya girecek işçiler bekliyor. Fotoğraflar çektiriyoruz. Ayağım zonkluyor artık. Temizlendik, giyindik. Avluyu geçip yemekhaneye gideceğiz. Canını dişe takmak nedir isterseniz tarif edebilirim. Hiç kimseye ayağımın şişliğini ve morarmasını farkettirmemeye çalışıyorum. Dimdik, topallamadan yürüyorum. Yeşil mercimek vardı. Birlikte yedik. Çıktık.
İşçiler uğurlarken “yine gelin” diyorlar.
Gerçekten köklerimiz hep orada.
(Aydınlık, 25 Mayıs 2014, Ayrıca bkz. 18 Mayıs 2014,Aydınlık, Şule Perinçek, “Vatanımı severim, işçimi köylümü de... Ama madenciye duyarlığım başkadır”)