Üreten ekonomi üreten gençlik
Eylül sonu-Ekim başı itibariyle üniversitelerin öğretime başlamasıyla birkaç yıldır başlamış olan boş kontenjan sorunu daha görünür hale gelmeye başladı. Bazı bölümlerde ek kontenjan yerleştirmelerine rağmen sınıflarda üç-beş öğrenci ile ders yapılıyor. Yükseköğretim Kurumları Sınavı’na (YKS) iki buçuk milyon öğrenci girmesine rağmen bazı bölümler artık gençler tarafından tercih edilmiyor ve boş kalıyor.
Bu soruna ilişkin olarak, kontenjanlardaki hesapsız genişleme, ihtiyacın üzerinde bölüm açılması ve üniversiter sistemin siyasallaşması gibi tespitler hep yapılageldi. Ama ilk anda görünenin ötesine baktığımızda, üniversite sorunu gençlik sorununun, gençlik sorunu ise ülkenin geleceğini planlama sorununun türevleri olarak birbirlerine bağlıdır.
Gençler liseyi bitirdiklerinde Türkiye ekonomisinde bir karşılıkları olmadığını görüyor. Bu durumda istihdam piyasasına katılmayı ertelemek, biraz daha öğrenim görerek rekabet üstünlüğü sağlamaya çalışmak kaçınılmaz oluyor. Yani gençlerin önemli bir kısmı, çeşitli bilim dallarında uzmanlaşmak için değil, mezun olduktan sonra lise mezunlarının da yapabilecekleri işler için şanslarını artırmak amacıyla üniversite öğrenimine yöneliyorlar. Hatta bir kısmı –eğer lisansta başarılı olduğuna inanıyorsa- iş bulmaya dair umutsuzluğunu yüksek lisansa yönelerek erteliyor.
Bu durum nereden bakarsanız bakın, bir plansızlık şaheseridir. Bir ülke insan kaynaklarını planlamayı başaramazsa ortaya çıkacak sonuç sadece ekonomik kaynakların israfı değildir. Gençlerinin geleceğini heba etmek siyasal sorumluluk üstlenenler açısından akıl dışı bir tutumdur.
Büyüyen ekonomiler insan kaynağı talep ederler. Hatta bazen kendinde olmayanı yurtdışından ithal ederler. Tıpkı Almanya’nın 1960’larda Türkiye de dâhil başka ülkelerden işçi alması gibi. Reel sektör temelinde genişleyen bir ekonomide gençlerin iş bulması büyük bir sorun oluşturmaz. Türkiye ekonomisi hiçbir zaman kendi genç emek potansiyelini sonuna kadar kullanacak denli büyümedi. Atatürk döneminde başlayan sanayileşme atılımında ve İkinci Dünya Savaşı sonrasının ithal ikameci kalkınma yıllarında bir taraftan tarımda yüksek bir insan gücü tutunumu vardı. 1950’lerden itibaren kentlerde reel sektör büyüdüğü için köyden gelen göç bir nebze de olsa istihdam edilebilmişti. Mevcut istihdam potansiyeli içinde emilemeyen fazla ise 70’li yılların gecekondulaşması ve marjinal sektörleri (işportacılık, dolmuşçuluk vb) biçiminde çeşitli sosyolojik görünümler yaratmıştı.
Özal ile başlayan üretimden kaçış süreci ise ekonomik büyümeyi üretim dışı alanlara kaydırınca gençlik sorunu tam anlamıyla bir baş belasına dönüştü. Son kırk yılın hükümetlerinin başlıca derdi istihdam piyasasına girecek genç nüfusun “idare edilmesiydi.” Bu yıllar boyunca birçok gereksiz üniversitenin kurulması ve bölüm kontenjanlarının şişirilmesi gençleri oyalamak ve iş taleplerini ötelemek için sis bombası işlevi gördü. Hem böylelikle gençler kendilerine onca imkân tanınmasına rağmen iş bulamalarının kendi yeteneksizliklerinden kaynaklandığını da düşüneceklerdi.
İçine girdiğimiz ekonomik daralma süreci, gençlerin geleceğe dair umutlu olma imkânlarını bile ellerinden almış görünüyor. Ama yapılması gereken kontenjanları azaltmaktan geçmiyor. Çünkü sorunun esası geleceğe dair yalan söyleyeceğimiz gençlerin sayısına karar vermek değil, gençleri kalkınmanın manivelası haline getirmenin yolunu bulmak…
Bir toplumda genç nüfusun yüksek oranda olması aynı anda bir fırsat olarak da görülebilir, bir dert olarak da… Türkiye ekonomisi borçlanmaya dayalı balon şişirme kafasından çıkmadıkça, tarım, sanayi ve ticaret eksenli olarak kalkınmayı önüne koyan bir üretim ekonomisine dümen kırılmadıkça, gençlik siyasetçinin başındaki dert olmaya devam edecek. Oysa büyüyen bir ekonomide bu genç ve dinamik insan kaynağı bir dinamo olacaktır. Üniversite sorunu, gençliği üretimin ihtiyaçlarına göre planlama sorunudur. Üretimi planlama sorunu ise üretici sınıfların milli hükümetini kurma sorunu…