Uygarlığın ortası 5: Orta Asya Türk senfonisi
“Bütün büyük milletler, çeşitli kavimlerin birbirine karışması ve birbirini özümsemesiyle oluşmuştur. Büyük millet, kültürüyle, yani yaptıklarıyla, ürettikleriyle, yarattıklarıyla büyük millettir.” Doğu Perinçek
İmparatorluk deneylerinden ve bir dizi büyük devrimlerden geçip Asya Çağına dayandığımız süreçte, küreselleşen dünya koşullarının da zorlamasıyla, Türk birliğinin inşa edilmesi ihtiyacıyla yüz yüze gelmiş bulunuyoruz. Böylesine tarihsel bir görevi hakkıyla yerine getirirken Türk kültürünün ve devlet oluşum süreçlerinin temelden kavranması gerekmektedir. Bu doğrultuda Doğu Perinçek’in kaleme aldığı Orta Asya Uygarlığı, konuyu ayrıntıya boğmadan, çarpıcı tespitlerle ortaya koyarken önemli bir kaynaklık görevini yerine getiriyor.
11. YÜZYILDA MİLLİYETÇİLİK OLUR MU?
Kaşgarlı Mahmut’un milliyetçi olduğu savı da bir şaşzamandır (anakronizm). Ama 11. yüzyılda milliyetçilik olur mu? Doğu Perinçek sorduğu bu çetrefilli soruyu Kaşgarlı Mahmut dehasına ve zamanının derin gerçeğine dayanarak şöyle yanıtlıyor: “Aslında olmaz. Ancak gerçekten de Kaşgarlı Mahmut’taki bazı fikirler, Avrupa Ortaçağı’nın sonlarında, kapitalizmin eşiğinde görülebilecek türdendir. Kaşgarlı Mahmut, Ortaçağın feodal bölünmelerini değil, merkezi devleti ve millet denmese bile kavimsel bir bütünlüğü savunur. Bu açıdan Kaşgarlı Mahmut’ta, feodal parçalanmışlığı tasfiye ederek merkezi devlet kuran 16. yüzyıl Fransa krallığı döneminin siyaset teorisyenlerinden Jean Bodin ile karşılaştırılabilecek görüşlere rastlanır.” (...)
OSMANLI’YA KALAN ORTA ASYA UYGARLIK MİRASI
Orta Asya Uygarlığı’nın beşinci bölümünde, Osmanlı’nın bir yağma imparatorluğu olduğunu ileri süren bir internet tartışmasından hareket eden Perinçek, Osmanlı İmparatorluğu’na tarihsel materyalizmin ışığında, derinlemesine bakıyor.
“Osmanlı Devleti, Selçuklu ve Bizans gibi biri genç ve dinamik, diğeri eskimiş iki büyük feodal imparatorluğun topraklarında ortaya çıkıyor ve o iki feodal imparatorluğun halkını (toplumunu) düzene sokuyor. O toplumlar, feodalleşmiş toplumlardır, yağma toplumları değillerdir. Osmanlı, bu açıdan özellikle ve öncelikle Selçuklu İmparatorluğu’nun (ve elbette toplumunun da), biraz da Bizans'ın devamıdır. Öncelikle Selçuklu'nun devamıdır. Çünkü Selçuklu genç, yükselen ve kurucu bir imparatorluktur. Bizans ise, artık köhnemiş ve yıkıcı karakter kazanmıştı. Bu açıdan Osmanlı, Bizans'ın çok ilerisindedir. Bizans, hakim olduğu topraklarda haydutların yağmalarını önleyemezken, tarımın ve ticaretin güvenliğini sağlayamazken, Osmanlı bunu sağlayabilmiş ve tarımdaki büyük üretim patlamasının koşullarını yaratmıştır. Bu nedenle Bizans yağmayı önlemeyen ve üretici güçlerin gelişmesine ket vuran bir rol oynarken, Osmanlı, genç ve dinamik Selçuklu'nun devamı olarak, meta ekonomisindeki gelişmeyi yeni bir ivme kazandırmıştır. 600 yıllık bir imparatorluğun herkesi şaşırtan dayanıklılığının temelinde işte bu birikim vardır.” (....)
ÇAMURA ÜFLENEN RUH
İşte size kitabı taçlandıran olağanüstü güzellikte bir bölüm: Türklerin Uygarlık Mayası. Sadece bu bölümdeki saptamaların “derinlik ve netlik”i, kullanılan eğretilemelerin çarpıcılığı, tek başına “Türk” kavramını tarihsel çerçevede anlamaya, kavramaya ve “idealist” tarihçilerin içi boş, kof yüceltmelerinden kurtarmaya yetiyor.
Perinçek, Türklerin uygarlık mayasını oluşturan üç etkeni tespit ederek, şöyle sıralıyor: 1. İmparatorluk kuruculuğu, 2. Ticaret yolları üzerindeki egemenlik, 3. Türk dilinin gücü. Kavimlerin ve milletlerin hamuru ise onların maddesidir. Hamura ruhsal şeklini veren maya, kültürel etkenlerin toplamıdır. Tarih içinde oluşan kültürel birikimdir: “Tabii hiçbir milletin hamuruna o maya, herhangi bir doğaüstü güç tarafından üflenerek konmuyor. Milletlerin mayası, kültürel birikimi tarih içinde oluşuyor. Benzetmede hata olmaz; çamura ruhu üfleyen, tarihin kendisidir; başka deyişle hayat denen maddî süreçlerdir.” (...)
Perinçek, Orta Asya'nın şu veya bu kavminden birçok boy veya boylar topluluğunun, tarih sahnesinin eşiğinden sıçrama yapıp tarih (uygarlık) sahnesine çıkarken Türkleştiklerini ve “Uygarlaşmak ile Türkleşmek” arasındaki bu bağlantıyı, “Türk kavramını ve Türk Mayası”nı açıklayan en önemli olgu olarak tespit ediyor.
ORTA ASYA SENFONİSİ
Bir yandan Avrupamerkezci saptırmaları boşa çıkaran Perinçek, konuları kendi iç bütünlüğü ve kendi iç bağlamlarıyla ele alarak, tarihsel materyalist sistem içinde yerine oturtuyor. Öte yandan Orta Asya Uygarlığı yalın dili, kesilmeyen akıcılığıyla okuyucuya derin bir özgüven aşılıyor.
Şöyle sürdürüyor yazar: “Özellikle, Türklerin uygarlık birikimini hafife alan tarihçilerin de bu konuda bir açıklamaları olmalıdır. Nasıl olmaktadır da, uygar görmedikleri bir kavim, Orta Asya'nın diğer halklarını kendi içinde eritmekte ve Orta Asya'nın uygarlaşma ataklarına çoğu zaman kendi damgasını vurmaktadır? Nasıl olmaktadır da Türkçe, Asya ile Ortadoğu ve Akdeniz'i birbirine bağlayan ticaret yollarının ve imparatorlukların dili haline gelmektedir?”
Bu tarihsel sorularının ardından Perinçek, son birkaç vuruşla, Orta Asya Uygarlığı adlı “senfoniyi” tamamlıyor: “İmparatorluk, ticaret ve ticaretin ihtiyaçlarına cevap veren bir dil: Bu üç unsur, ancak uygarlık başlığı altında toplanabilir. Büyük miras, işte budur.”
İşte, bu büyük mirasın değerini kavramak için, “Yurdunu, milletini özünden çok seven” bütün gençlerin, Kaynak Yayınları arasından çıkan Orta Asya Uygarlığı kitabını bir an önce okumalarını diliyorum. BİTTİ