22 Kasım 2024 Cuma
İstanbul 17°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

'Veba Geceleri'nde üst-kurmaca (1)

Tunca Arslan

Tunca Arslan

Gazete Yazarı

A+ A-

Orhan Pamuk’un son romanı “Veba Geceleri”ni, (severek okuduğum “Kara Kitap” ve hayli ince olmaları dolayısıyla “Beyaz Kale” ile “Kırmızı Saçlı Kadın” hariç) diğer kitapları gibi uzun, kesintili, zorlu, sıkıntılı, yorucu bir süreç sonunda bitirebildim. Ne kadar kötü olursa olsun bir filmin yarısında sinema salonundan çıkıp gitmemek, başladığım romanları bazen aylarca sürse de sonuna kadar okumak gibi kötü bir huyum var. 537 sayfalık “Veba Geceleri”nde de böyle oldu: İnatla, sabırla okudum. Romanla aramda bir tür “direnme savaşı” yaşandığını bile söyleyebilirim. Ve bu savaşın sonunda da doğrusu elime pek bir şey geçmedi; edebiyat hazzı denilen duyguyu ne yazık ki yakalayamadım, okuma heyecanı duyamadım.

“Veba Geceleri”, postmodern edebiyatın “üst-kurmaca / metafiction” türüne dahil edilebilecek, gerçekliğin ve tarihin eğilip büküldüğü, metin içinde kurulan bağlantıların dış gerçeklikle ve hatta iç gerçeklikle de karşılaştırılmasına imkân tanımayan, gelişimi tamamen yazarın “hayal gücü işçiliğine” ve okurun sorgulamasına bırakılmış bir roman. Kurgusal bir bölüm olan “Giriş”in ilk cümlesi şöyle: “Bu hem bir tarihi roman hem de roman biçiminde yazılmış bir tarihtir.”

ÇİN’DEN GELEN VEBA

Olaylar, 20. yüzyılın hemen başında, Doğu Akdeniz’de Osmanlı’ya bağlı (hayali) bir ada olan Minger’de, veba salgını sırasında geçiyor. “Giriş” bölümünü kaleme alan (hayali) Mina Mingerli’den öğrendiğimize göre romanın altyapısını, 33. Osmanlı padişahı 5. Murat’ın üçüncü kızı Pakize Sultan’ın 1901-1903 arasında ablası Hatice Sultan’a yazdığı 113 mektup oluşturuyor. Devir, Abdülhamit devri.

Elbette ki o tarihlerde Akdeniz’e “Akdeniz” mi yoksa “Bahr-i Sefid” mi denildiği gibisinden bazı küçük ayrıntıların (hayali) yazar Mina Mingerli ya da Orhan Pamuk açısından önemi yok! Önemli olan “tarihi roman ya da roman biçiminde yazılmış tarih” metni aracılığıyla Osmanlı’ya, Abdülhamit’e, Jön Türklere, İttihat Terakki’ye, siyasi cinayetlere, vebaya (ya da covid-19’a), karantinaya, tarikatlara, şeyhlere, hükümet darbelerine, bastırılan isyanlara, idam edilen isyancılara, modernliğe, laikliğe, geri Doğu’ya ve ileri Batı’ya dair bir şeyler söylemek.

Ne tesadüf, bu çabanın ilk kurbanı, Çin oluyor. Orhan Pamuk, uzun yıllardır zihninde taşıdığını ve beş yıldır üzerinde çalıştığını söylediği romanının piyasaya çıktığı günlerde (Mart 2021), dünyayı kasıp kavuran koronavirüs salgını dolayısıyla yaratılmak istenen algıya çok uygun biçimde sürekli bir “Çin virüsü”nden söz ediyor:

AYNI MİKROP, AYNI SALGIN

“Padişah’ın Asya’dan ve Çin’den Batı’ya yeni salgın hastalıkların geldiğinden haberdar olduğuna ve bu konuda telaşlandığına tanık olmuştu Doktor Nuri.” (s. 16)

“Hindistan’da, Çin’de binlerce kişiyi öldüren de aynı mikrop, aynı salgındır. İzmir’e gelen de odur.” (s. 20)

“Hastalığın Çin’de on binlerce kişiyi öldürdüğünü, bazı yerlerde ailelerin, köylerin, kabilelerin bütün nüfusunun daha ne olduğunu anlayamadan bir anda yok olduklarını Avrupalı doktorlardan işitmişti.” (s. 47)

“Minger Adası’ndaki veba salgınının İzmir’deki, Çin ve Hindistan’daki salgının aynısı olduğunu söyleyebiliriz.” (s. 48)

“Dünya’daki veba ve koleranın kaynağı Çin ve Hindistan, dağıtım merkezi de Osmanlı Devleti’nin Hicaz vilayetiydi.” (s. 69)

“Avrupa gazeteleri Çin ve Hindistan’dan Hicaz ve Süveyş üzerinden Batı’ya gelen salgını Osmanlı’nın önleyemediğini, bu işi yapmanın Avrupa’ya düştüğünü yazdılar.” (s. 211)

“Doğu’dan gelen veba…” (s. 249)

“Çin’in Kansu bölgesinde salgının büyük kentlere yaklaşmasını önlemek için binaları, bazen bütün sokakları, hatta köyleri yakıyorlardı.” (s. 279)

İLERİ BATI, GERİ DOĞU ALGISI

Müslümanların “sırf cehaletlerinden ötürü” karantinadan şikâyetçi oldukları (s.94); “karantina doktorlarını katletmeye azimli bir gücün” bulunduğu (s. 100); Hıristiyanların karantina koşullarına uyduğu ama Müslümanların “bizim hastanemiz camimizdir” dediği (s. 132); Müslümanların çoğunun vebaya tepkisinin “kendini korumaktan çok korkmak ve birilerini suçlamaktan ibaret olduğu” (s. 226) bir roman “Veba Geceleri”. Sonunda Osmanlı’dan bağımsızlığını ilan edecek olan Minger Adası’nın salgının Batı’ya doğru yayılmasını önlemek amacıyla Batılı devletlerin savaş gemileriyle kuşatılmış olduğunu da not düşelim.

1901 yılında yaşananları anlatan romanın iç gerçekliğinden tarihin gerçekliğine geçtiğimizde, 1901’de dünyada gerçekten bir veba pandemisi yaşandığını görüyoruz. Ama heyhat, çıkış yeri Çin ya da Hindistan değil… Tek adres olarak ABD’nin San Francisco kenti gösteriliyor. Elbette “hem tarihi bir roman hem de roman biçiminde yazılmış tarih” olan “Veba Geceleri”nde ABD kaynaklı bu gerçek salgına dair hiçbir vurgu yok.

Orhan Pamuk’un yerinde olsaydım romanıma biraz daha gerçeklik katmak için Minger Adası’na ulaşan veba salgınının San Francisco’dan geldiğini ama ilk vakaların kentin Çin Mahallesi’nde görüldüğünü yazardım! Devamı, önümüzdeki hafta…