Veysel, kara toprağa neden sadık yârim demişti?
Hayat dediğimiz garip bir süreç vesselam. Yirmi-otuz sene önce hayalinizde bile yer bulamayacak şeyler, şimdilerde gerçek haline getirilince, insan boks ringinde kroşe yemiş boksöre dönüp, nakavt oluveriyor. Bunu hem memleketin solundan hem de sağından, bir zamanlar mangalda kül bırakmayan siyasilerin bugünkü geldikleri nokta açısından belirtiyoruz. Böyle olunca da tüm ülkenin genel kültüründe garip bir şeyler olduğunu, bir şekilde gelenek dumura uğrarken, yerine getirilen her neyse, onun bu hallere yol açtığını düşündürüyor insana.
Biraz maceracılık da yapsa solcunun solcu olabildiği, biraz faşistlik de yapsa milliyetçinin gerçekten milli olduğu zamanların evladıyız ne de olsa. O nedenle de ortalıkta “sol” adına veya “milliyetçilik” adına dolaşanları görünce ve neler savunabildiklerini duyunca, hayatta her şeyin mümkünatı var sonucuna gelip, tekrar tekrar hayretler içinde kalmaktayız.
YÜZDE 80 KÖYDE YAŞARSA MİLLİCİLİK ARTAR MI?
1972’de Konya’nın uzak köylerinde ilkokul öğretmenliği yaparken, öğrencilerimize Hayat Bilgisi derslerinde, “Türk nüfusunun yüzde 80’i köylerde, yüzde 20’si şehirlerde yaşar” diye ders anlattığımızı dün gibi hatırlamaktayız. Bu, son 50 senedeki kültürel değişimin anahtarlarından en önemlisi olduğunu düşündüğümüz bir konu olduğu için bu yazıda biraz da bunu tartışmak istedik. Çünkü, toplumumuzun bu kadar kökten bir değişikliğe uğramasının sırrını mutlaka bulmamız gerekmekte. Gidişatımızın o kadar parlak olmadığı geçen her gün kendini göstermekte. Bu sosyolojik değişimde, eskinin tam tersine, şimdiki nüfusun yüzde 80’inin şehirlerde ve sadece yüzde 20’sinin köylerde yaşadığı gerçeğinin oynadığı rolü konuşmak isteriz burada.
Aşık Veysel, o çok ünlü türküsünde “Kara Toprak”a boşuna övgüler yağdırmamıştı, bunu şimdilerde daha iyi anlamaktayız. Çünkü yurt, vatan, ülke, memleket adını verdiğimiz, bu kara topraktır. Sadece uğrunda ölümü bile göze aldığınız toprak, vatandır ne de olsa. İnsanlarımızın yüzde 80’inin köylerimizde yaşadığı günlerde, onların bu kara toprakla olan doğrudan ilişkileri sebebi ile, milli duygularımız çok daha gerçekçi ve sarsılmazdı bizce. Solcumuz da milliyetçimiz de çok daha bu toprağın insanlarıydı.
KİŞİLİKSİZ BETON YIĞININDA MİLLİCİ OLUR MU?
Ne zaman şehirlerin betonları arasında hapsedildik, toprakla olan ilişkimiz yok edildi, “yurt, ülke, memleket” kavramları artık soyut birer kelime halindedirler. Bunun sonucunda da küreselleştirilen bu dünyada, insanlarımız “haritada bir nokta” haline geldiler. “Solcularımızın” büyük ölçüde Batı medeniyetinin askerleri haline gelmesi de bu yüzden. Nasıl topraktan kopmuş Amerikan solcuları, büyük şehirlerin ve metropollerin hepsinde Demokratlara oy deposu haline gelmişlerse, bizim metropol solcuları da sözde sosyal demokratların ve bölücülerin yedek askerleri haline geldiler. Çünkü, onları Türkiye’nin toprağına bağlayacak, “benim sadık yarim bu kara topraktır” dedirtecek bir bağları kalmamıştır artık.
Metropollerden köylere geri dönerek kara toprakla ilişkiyi yeniden tazeleme fikri cazip olduğu kadar imkânsız da görünmekte mevcut şartlar altında. O zaman ne yapacağız bu “vatansızlık ve topraksızlık” atmosferi yayan ortam hakkında? Türkiye’nin bölünmesini savunan “sol” ve “milliyetçi” çevrelerin, sonunda aynı noktada buluşmuş olmalarına şaşıracak mıyız?
TİENANMEN MEYDANINDAN ÇIKAN EN ÖNEMLİ DERS
Tam da bu noktada, Çin Halk Cumhuriyeti’nin yakın tarihindeki en önemli olaylardan biri aklımıza geliyor. Ve bizlere de bir ışık tutacağına inandığımız için burada bahsetmek istiyoruz:
Sene 1989’dur. Pekin’in en önemli meydanı Tienanmen’de, yüzbinlerce Çinli öğrenci hükümetin bazı politikalarını eleştirmek için gösteri yapmaktadır. Çeşitli nedenlerle, gösteriler başka bir boyuta taşınır ve yüzlerce genç öğrenci hayatını kaybeder. İşin bu kısmı tartışmalı olduğu için, kısaca geçmekteyiz. Asıl gelmek istediğimiz nokta, Tienanmen’den sonra Çinli yöneticilerin yaptığıdır:
Çin Komünist Partisinin durum değerlendirmesini yaptığı ve Tienanmen Meydanı olaylarına gelen süreci tahlil ettiği günlerde; Deng Xiao Ping, gençlerdeki “milli bilinç” eksikliğinin, onların kendi devletlerine karşı bu tür bir eyleme geçmekte sakınca görmemelerinin sebebi olduğunu belirtmişti. Buna bağlı olarak da çözümü ne yapıp edip yeni nesillerde Çin milli bilincinin yükseltilmesi ve sağlamlaştırılması gerektiğine karar verilmişti. Böylece Çin Halk Cumhuriyeti’nin genç nesilleri, hem kendi durumlarını daha iyi tahlil edebilecek, hem de Batılıların zaten her dakika kışkırttıkları Çin karşıtlığına karşı direnç gösterebileceklerdi.
TARİHİN DERİNLİKLERİNDEN GETİRİLEN ATA KÜLTÜRÜ
Elbette bu konuda ÇKP ve Çin devleti olağanüstü tedbirler alıp, yeni politikalar geliştirdi. Biz burada sadece Çin tarihinin en önemli, fakat o güne kadar da en tartışmalı şahsiyetlerinden biri olan Konfüçyüs konusunu ele alıp, Çin gençliğinde ve genel dünya nüfusu içinde Çin milliciliğinin gelişmesi için, mükemmel bir araç haline getirilmesine kısaca dokunup, Türkiye için bazı önerilerde bulunacağız.
Konfüçyüs, bilindiği gibi günümüzden iki bin beş yüz sene önce, Çin geleneklerini derleyip toparlayarak, yeni kuşaklara aktarmak isteyen bir düşünürdür. Amacı Çin geleneğindeki yaşayan ahlâk ve geleneklerin devamını sağlayarak atalar kültürüne dayalı Çin Medeniyetini ortaya koymaktır. Pratik düşüncesi ahlâk, din ve muhafazakârlık açılarından insana seslenmektir.
Bu çaba, bir zamanlar geleneği ve eskiyi eleştiri konusu olarak gören parti için, radikal bir dönüşümün doruk noktasını temsil ediyordu. 1966-76 Kültür Devrimi sırasında Mao Zedong’un Kızıl Muhafızları Konfüçyüs tapınaklarını yıkmış, metinlerini yakmış ve bilgelerin mezarlarını tahrip etmişti. Bunun sonucunda, atalara saygıyı öğütleyen Konfüçyüsçülüğün gerilemesiyle gençler, büyüklerine karşı saygılarını yitirmeye başlamıştı. Ancak, Mao’nun 1976’daki ölümünden sonra parti, Konfüçyüs’ün öğretilerinin otoriteye saygıyı vurgulayan basitleştirilmiş bir versiyonunu benimsedi. Deng, filozofun doğum gününün halka açık kutlanmasına izin verdi. Sonrasında Deng’in halefleri Jiang Zemin ve Hu Jintao da Konfüçyüsçü fikirleri benimsedi. 2000’li yılların başında Çinli akademisyenler arasında, Konfüçyüsçülüğün Çin’in yol gösterici ideolojisi olarak Marksizmin yerini alıp alamayacağına dair tartışmalar bile ortaya çıktı.
MÜKEMMEL MİLLİ SENTEZ Mİ?
Şi ise, Marksizmin Çin kültürünün “ruhu”, Konfüçyüsçülüğün ise “kökü” öldüğünü söyleyerek bu tartışmalara son noktayı koydu. Buna göre her iki ideoloji de terk edilemez durumdaydı. Öyle ise birleştirilmeleri gerekirdi.
Bunun sonucunda 2004 senesinde, tüm dünyada Çin kültürünün temsili için Konfüçyüs Enstitüleri açılmasına karar verildi. Yani, Çin milli geleneklerinin en erken zamanlarından bu yana bir temsilcisi olarak, Çin Halk Cumhuriyeti ve ÇKP’nin Konfüçyüs’ü seçmiş olması çok manidardır ve ders verici bir niteliği vardır bizce. Bugün hemen hemen dünyanın her başkentinde veya önemli üniversitelerin kampüslerinde, birer Konfüçyüs Enstitüsü vardır. Ve aktif olarak, Çin kültürünün tanıtılması ve bir “Soft Power=Yumuşak Güç” aracı olarak işlev görmektedir.
KÜLTÜR ELÇİLERİ: KONFÜÇYÜS VE YUNUS EMRE
Türkiye de Çin’den sadece 3 sene sonra, Yunus Emre Enstitüsü adı altında, aynı fonksiyonları görmek üzere, hemen her başkentte birer kurum açmıştır. Bu kurumlar hem Çin hem de Türkiye’nin tanıtılması ve dünya kültür haritasında hak ettikleri yeri bulmaları açısından çok önemli işlev görmektedirler.
Buradan hareketle, yeni nesilde zaten kaybolmaya yüz tutan, eski nesilde ise oldukça dumura uğramış olan, “Türk milli düşüncesinin” yeniden canlandırılmasında, gelenek ve tarih içinden süzülüp gelen her fırsatı değerlendirip, oldukça aktif şekilde Türk insanına yansıtılmasının gerekliliği apaçık ortadadır diyebiliriz. Yoksa, toprak ile ilişkisi sıfıra indirilmiş, metropollerdeki beton yığınları içinde şaşkınlığa uğratılmış, binlerce senelik Türk harsını ve karakterini değil de sosyal medya adı verilen zalim canavarın pençesinde, Batı hayranlığı denizinde boğulan yeni nesiller ile, Türkiye’nin öyle parlak bir geleceği olamayacağını bilmekte yarar vardır. Bu konuda, Çin Halk Cumhuriyeti’nin kendi millici gençliği ile, sadece 30 senede yaptığı inanılmaz atılımlara sadece bir göz atmak yeterli olacaktır sanırız.