Wehrmacht mantosu
Frankfurt'un eski semtlerinden Bornheim'in şirin bir sokağındaydı Selahattin Usta'nın küçük terzi dükkanı. Doksanlı yılların başında, acele posta servisinde çalışırken tanımıştım onu. Bir binaya kestirme bahçe yolundan gireyim derken dikenli çite takılıp baştan aşağı yırttığım yazlık iş tulumumu hızla onarmış, bütün ısrarlarıma rağmen ücret almamıştı. O günden sonra aramızda sıcak bir dostluk doğdu ustayla...
Terzi dükkanına yakın oturan alıcıları evlerinde bulamazsam, posta kutularına “Gönderiniz terzi dükkanına bırakıldı, lütfen oradan alınız!” yazılı bir not yapıştırıp, zarfları, paketleri, havalimanı postanesine gerisin geriye götürmek yerine Selahattin Usta'ya emanet ediyordum artık. Teslim alındı belgelerini de ona imzalatıyordum.Yüküm epeyce hafifliyordu. İşinin ehli, sözünün eri, erdemli bir insan olduğundan, sokağındaki, semtindeki bütün Almanlar çok sevip sayıyorlardı Selahattin Usta'yı.
Bir zaman sonra, onun sohbetini, dostluğunu özlediğim için gider oldum dükkanına. Bir saatlik molamı, yolumun onun sokağına düşeceği zamana denk getiriyor, biraz daha uzun kalıyordum yanında. Ahşap kapısını araladığımı görür görmez Adler dikiş makinesinin ardından usulca doğrulup, sevgiyle sımsıkı kucaklıyordu beni. “Lütfen benim yüzümden kalkıp rahatını bozma!” dediğimde, “Terziye, dinlen demişler, ayağa kalkmış! Bırak, arada ayağa kalkıp dinleneyim biraz!” oluyordu yanıtı.
Eskimiş, sökülmüş giysilere yeniden hayat veren hünerli ellerini izlemek, içten sohbeti kadar tatlı geliyordu bana. Her daim şikayete, her şeye illa bir kusur bulmaya yatkın olan Almanlara iş beğendirmenin güçlüğünü iyi bildiğinden, tıkır tıkır işleyen eski Adler'inin başında, ustalığını sohbete köle etmeyen bir ciddiyetle çalışıyordu.
Tez canlı hallerimi, ivecenliğimi, kıpır kıpırlığımı ara sıra yerse de, beni kapıdan yolcu ederken hep aynı atasözünü yinelerdi Selahattin Usta: “Gençlik bir kuş, uçtu tutamam; yaşlılık bir kumaş aldım satamam!..”
Yaşam yoldaşı Atiye Teyze, biraz ötedeki evlerinden tekerlekli alış veriş arabasıyla öğle üzeri yiyeceğini, içeceğini getiriyordu Selahattin Usta'nın. Dükkana uğrayacağımı önceden biliyorlarsa, Maraş biberli poğaçalar, sulu börekler, salatalar sofraya diziliyor, çay demleniyor, bir sandalye de benim için konuluyordu masaya. Ben de, posta arabamla geçtiğim toprağı verimli Hessen köylerinden mevsimine göre taze sebzeler, meyveler getiriyordum bu bereketli dost soframıza. Her seferinde, “Sen daha yeni evlisin, bir şey getirme, parana mukayyet ol be oğlum!” diye kızsalar da, çoğu elim boş gelmiyordum dükkana.
Selahattin Usta'nın ve Atiye Teyzemin dişiyle tırnağıyla var ettikleri o küçücük dükkanları, bütün Frankfurt'u ısıtacak kadar insan sıcaklığıyla doluydu. Her zaman bir arınmışlık, tazelenmişlik duygusuyla ayrılıyordum yanlarından. Birkaç gün dükkana uğrayamasam, akşam mutlaka evimizin telefonu çalıyordu; bir aksilik olup olmadığını soruyorlardı kaygıyla.
Selahattin Usta Elbistanlıydı. Kalfalıktan çıkıp usta olur olmaz Atiye Teyze ile evlenip memleketinden ayrılmış, Hasanoğlan Köy Enstitüsü'nde uzun yıllar terzilik etmişti. Üstüne, “Hasanoğlan Yıllarım” yazdığı fotoğraf albümüne bakmaya doyamazdım. Bazı günler elinde yetiştirmesi gereken fazlaca işi olduğunda, sıkılıp yanından gitmeyeyim diye dolabının gözünden eski fotoğraf albümlerini çıkarıp uzatırdı elime. Onlarca siyah beyaz fotoğrafın arasında, enstitüye ziyarete gelen İsmet İnönü'den, Hasan Âli Yücel'e, İsmail Hakkı Tonguç'tan, Âşık Veysel'e kadar birçok tanınmış insanla omuz omuza fotoğrafları vardı. Dayanamaz, soru yağmuruna tutardım onu. Bazı fotoğrafların öyküsünü anlatırken birden dalıp gider, yükseliş yıllarının o tertemiz coşkusunu bir anlığına yeniden yaşar, alçak bir sesle “Hey gidi günler hey!”çekip nemlenmiş gözlerine bez mendilini bastırırdı...
Atiye Teyze ile Selahattin Usta çok iyi anlaşırlardı. Taşlı, dikenli gurbet yollarını üç evlat büyüterek yürümüşlüğün çelikleştirdiği bir sevgi bağı vardı aralarında. Onca ziyaretimde ne tartışmalarına ne de birbirlerine seslerini yükselttiklerine tanık oldum. Kavgasız, gürültüsüz, dingin bir evlilikleri vardı. Sadece, güneşli yaz günleri geldiğinde, dükkanın içinden dik basamaklarla inilen (sığınak olarak tasarlanmış) daracık odadan Atiye Teyzemin biraz homurdandığını duyardık. Tıka basa eski elbiselerle dolu odadan havalandırmaya çıkartılacakları nefes nefese dışarıya taşırken epeyce söylenirdi: “Bunları yığdıkça yığdın başımıza Selahattin! Ne satılıyor, ne atılıyor. Her yaz aynı iş; avluya taşı, havalandır, geri aşağıya indir!”
En çok da rengi solmuş, etekleri, yakaları eprimiş iki deri manto sinirlerini bozuyordu Atiye Teyzemin: “İnsan hangi akla, elin satılmamış, sürümsüz malını -üstelik para verip- başına bela eder! Hayvan leşi gibi kokuyor, yerinden de kalkmıyor, şunlara bak!”
Giysilerin avluya taşınmasına birkaç kez de ben yardım ettim. Mantolar gerçekten hem çok ağırdı hem de havasız sığınakta bekleye bekleye derileri küflü pelteye dönmüştü.
Müşterilerin unuttuğu, gelip almadığı yığınla giysileri ve deri mantoları Atiye Teyzemin avluya çıkarışını, ağır ağır silkeleyerek metal çubuklara asışını, dikiş makinesinin ardından hiç sesini çıkartmadan suçlu suçlu izlerdi Selahattin Usta.
İki deri mantoyu, Bornheim'in bit pazarına tezgah açmış yaşlı bir Alman kadından, derilerini yama işlerinde kullanmak ereğiyle sıkı bir pazarlıktan sonra 20 marka satın almıştı Selahattin Usta. Fakat, aksilik ya, yıllardır mantoların rengiyle uyuşan bir deri yama işi gelmemiş; sığınağın duvar askısında kalakalmıştı mantolar. Aslında, derisi, dikişleri, kabartmalı metal düğmeleri çok kaliteliydi üniformayı andıran mantoların. Buna rağmen, kötü kokusundan olmalı, hepimiz düşmanımıza bakar gibi bakıyorduk mantolara...
O yıl, tedavi gerektiren bazı hastalıkları nedeniyle yaz iznine gidememişlerdi Selahattin Ustagil. Tatil dönüşü hemen ziyaretlerine gittim. Dükkana girer girmez dikkatimi çekti; deri mantolar askılarında değildi. “Attınız mı yoksa mantoları?” diye sordum Selahattin Usta'ya. Kıkır kıkır güldü: “Atılır mı yahu! Manto değil, altın sırmalı patişah kaftanıymış meğer mübarek mantolar!” Meraklandığımı görünce dayanamadı; Elbistan ağzıyla en ince ayrıntısına kadar anlattı mantoların başına geleni. Şaşırmamak, gülmemek elde değildi. “Biraz bekle, Atiye Teyzen birazdan gelir, duymamış gibi davran, ona da sor mantoların hikayesini! Bakalım o nasıl anlatacak?” dedi.
Mantoların hikayesini dilim döndüğünce aktarayım:
Biz memlekette tatildeyken meğerse büyük bir mucizeye tanıklık etmiş Selahattin Usta'nın dükkanı. Sokaktan geçen bir Neonazi dazlak genç, tesadüfen metal askıdaki deri mantoları görüyor. Biraz yakına gelip mantoları inceledikten sonra dili tutuluyor. Dükkana öyle bir telaşla dalıyor ki dazlak genç, dükkanı da kendisini de benzin döküp yakacak korkusuyla hemen “Polizei! Polizei!” diye bağırarak telefona sarılıyor Selahattin Usta. Saldığı korkunun ayrımına varınca, esir düşmüş gibi iki elini de havaya kaldırıp defalarca özür diliyor dazlak genç: “Bitte Onkel! Lütfen polis falan çağırma! Bitte Onkel! Ben müşteriyim. Şurdaki deri mantoların fiyatlarını soracaktım.”
(Bir Neonazi Alman dazlağın, 'Onkel', yani 'amca', dediği ilk Türk ünvanını da Terzi Selahattin Usta almış oluyor bu arada!)
Usta hâlâ güvenemiyor dazlak gence. Yıllardır kendisine azar işittiren, solmuş, ilimiş küf kokan bu deri mantoları, ağustos ortasında bir genç satın alıp da ne edecek, diye düşünüyor. Fakat, karşısında yalvarır gibi bakan dazlak genç, ağzından çıkan her cümleye birkaç 'bitte!' ekleyip ısrarla deri mantoların fiyatını öğrenmek istiyor. Dazlağın kendisiyle alay ettiğini düşünen Selahattin Usta, dükkanından dazlağı bir an önce defetmek için diline gelen ilk rakamı söylüyor: 1000 mark!.. Bakıyor, gitmek şöyle dursun, dazlak genç sevinçten uçacak! Cüzdanında yüzlük, ellilik, yirmilik, ne kadar kağıt parası varsa ütü masasının üstüne aceleyle boşaltıyor. “Bu ön ödeme! Lütfen mantoyu ben gelene kadar satma kimseye!” diyor. Nerdeyse ayaklarına kapanacak Selahattin Usta'nın. Tek ricası var: Mantoların hemen avludan içeri alınıp dolaba kilitlenmesi!
Usta, sabır duası okuyarak yıllardır başına bela olmuş iki mantoyu avludan içeriye getiriyor. Eksik kalan 780 markı köşedeki bankadan hemen çekip getireceğini söyleyerek, sokaktan yel gibi esip kayboluyor dazlak genç. Beş on dakika sonra elinde bir tomar yüzlükle geri geliyor dükkana. Ütü masasına bıraktığı parayı sevinçle 1000 marka tamamlıyor...
İki mantonun dikişlerini, astarlarını, yakalarını, eteğindeki soğuk mühürleri, kartal armalı metal düğmelerini inceledikçe sevinç çığlıkları atıyor dazlak. Seçtiği mantoyu hemen sırtına geçirip boy aynasına bakıyor. Fakat, bununla yetinmiyor. Diğer manto da bırakılır gibi değil! O mantoya da sımsıkı yapışıyor. “Onkel, bu ne kadar? Bitte söyle, bu ne kadar?” Selahattin Usta, bu işin hikmetini bir türlü çözemiyor: “Aynı mal ikisi de; ne eksik ne fazla, o da 1000 mark!”
Rica edip dükkanın telefonundan hemen bir arkadaşını arıyor dazlak genç. Lafı uzatmıyor: “1000 mark bul ve hemen Bornheim'e, verdiğim adrese taksi tutup gel! Dediğimi hemen yap, pişman olmayacaksın!”
Yirmi dakika sonra, eli yüzü dövmeli, kaşı, kulağı metal halkalarla dolu ikinci bir dazlak iniyor dükkanın önünde taksiden. Neonazi yoldaşının sırtındaki mantoyu görür görmez, “Mein Gott! Wehrmachts Mantel! Oberleutnants Mantel!” diye dükkanı yıkarcasına defalarca haykırıyor.
Define bulmuş gibi çılgınca kucaklaşıyor iki dazlak genç. Selahattin Usta'nın ütü masasına on yüzlük daha sayıyorlar. Hatta, ikinci gelen dazlak aşka gelip 20 mark da bahşiş ekliyor...
Atiye Teyze, elinde sefer tasıyla dikildiği eşikten gördüklerine inanamıyor. Dazlaklar dükkanlarını bastı sanıyor ilkin. Ama iki gencin, “Danke Onkel! Danke Onkel!” çığlıklarından, durumun düşündüğü gibi olmadığını anlıyor. İki Neonazi dazlak genç, ağustosun öğle sıcağında 'hayvan leşi' gibi kokan deri mantoları sırtlarına geçirip kenarda bekleyen taksiye atlayıp uzaklaşıyorlar.
Selahattin Usta, “Bankaya gidip şu paraları bir kontrol ettireyim; bu işte bir bit yeniği var!” diyerek dükkanı şaşkın şaşkın paralara bakınan Atiye Teyzeye bırakıp köşedeki Sparkasse'ye gidiyor. Paralar gerçek, diyor bankadaki memur...
O deri mantolar, 1935 ile 1945 arası doğrudan Hitler'e bağlı olan ve dünyaya kan kusturan Alman Ordusu Wehrmacht'ın özgün subay (Oberleutnant) mantolarıymış meğerse. Neonazi gençler için, üstünde Nazi arması olan, Leningrad, Stalingrad cephelerinin soğuğunu yemiş bu mantolar paha biçilmezmiş. Belki de o iki dazlak genç, bağlı oldukları Neonazi grubunda, Selahattin Usta'nın tarihi mantoları sayesinde hemen 'rütbe' atlayacaklardı kim bilir!..
Her ziyaretimde bu ilginç anıyı Selahattin Usta'ya tekrar tekrar anlattırırdım. Usanmadan, Neonazi gencin sokaktan avluya nasıl girdiğinden başlardı tatlı tatlı anlatmaya...
Anlatırken arada takılırdı Atiye Teyzeye: “Gördün mü, senin leş gibi dediğin mantoları! Değerbilir insanları beklermiş meğerse yıllardır karanlıkta! İyi ki yamalık bir deri işi gelmemiş de, kesip doğramamışım Hitler'in subay mantolarını!”
Bu kez de Atiye Teyze kaçağan bir bakış takınır, gülümseyerek sohbet konumuzu ustaca değiştirdi.
*