Yabancılaşma, soysuzlaşma ve aydın ihaneti
Mustafa Sabri ve Ahmet Altan... Bu iki ismi yanyana getirenin ne olduğu az çok kestirilebilir. Evet, onların çok temel bir ortak özellikleri var: Ulusa yabancılaşma, soysuzlaşma ve ihanet!... Bu iki isim, ulusa, ulusal kimliğe, kültüre ihanetin simgeleşmiş kişilikleridir. Her ikisi de Türk olmanın nefrete varan yeminli düşmanlarıdır.
Ahmet Altan'ı bütün düşünce ve eylemleriyle yeterince tanıyoruz. Mustafa Sabri'yi de tekrar anımsatalım: 31 Mart gerici ayaklanmasının önderlerinden, Damat Ferit Paşa hükümetlerinin demirbaş şeyhülislamı. AKP yöneticileri, tarikatçılar sık sık büyük din adamı olduğunu, asla hain olmadığını iddia etse de ve Memleketi olan Tokat İmam Hatip Lisesine ismini vermeye kalksalar da, Mustafa Sabri, Atatürk ve arkadaşları için “katli vaciptir” fetvasını hazırlayan, İskilipli Atıf Hoca ile birlikte Kemalistlerin katledilmelerini isteyen Teali İslam Cemiyeti'nin ihanet bildirilerini hazırlayan kişidir. Bütün bu marifetlerini, çıkardığı gazetede “Yalnız Müslüman ve insan olarak kalmak üzere Türklükten şeref ve izzetimle istifa ediyorum. Tövbe Yarabbi, tövbe Türklüğüme! Beni Türk milletinden addetme!...” diyerek taçlandırmıştır!
İki simge kişilikteki köksüzleşme ve yabancılaşma, aynı zamanda ahlaki olarak şerefsizleşme, soysuzlaşma, alçaklaşma olarak da tanımlayabileceğimiz bu ortak karakterin eğitim ve bilgiyle oluşan farklı yanları ise, yabancılaşmanın iki farklı kaynağını açıklar: Emperyalist Batı ve Emevi İslamı. Altını çizerek vurgulamak gerekir; modern çağda, ulusundan kök almayan, ulusu ile organik bir bütünlük içinde olmayan olumlu bir aydın tanımı yoktur, olamaz. Onun evrenselliği bu niteliğiyle birlikte var olabilir, anlam taşıyabilir. Tersi vatansızlıktır. Vatansız aydının ne ulusunu ne de insanlığı özgürleştiren, ilerleten olumlu, pozitif bir katkısı yoktur; doğal-insani özelliklerini yitirmenin, soysuzlaşmanın, çürümenin, alçalmanın temsilcisidir o. Bu yazımızda, Ahmet Altancı yabancılaşma ve soysuzlaşmanın kaynağı emperyalist kültüre değil, daha çok Emevi İslamına dayanan, daha yerli, İslami tarihsel kaynaklara değineceğiz. Diğer yanı daha sonra ayrıca ele alacağız.
Kuşkusuz bütün bunlar, bugün emperyalizm güdümlü küreselci mafyacı-tarikatçı Yeni Ortaçağ kültürünün bileşenleridir.
***
Türkler, son 1000 yıllık İslamlaşma, İran ve Anadolu'da yeni bir uygarlık kurma sürecinde, bir çok bakımdan hem kendinden bir şeyler vermiş hem de almıştır. Bu kültürel verip almalar, bütün kavimler için, özellikle de bunu en çok yaşayan Türkler için, çok doğaldır, genel olarak da uygarlaştırıcı ve geliştiricidir. Türk aydını ya da ulema ve entelektüelinin, düşünce ve imgelem dünyasını, davranış ve tepki biçimlerini oluşturan bütün yerel, Asyai değerler, Türklerin yaşadığı bu uygarlaşma ve Anadolu'daki büyük sentez, karşılıklı özümleme sürecinin yansımalarıdır.
Türkler çok uzun yüzyıllar en fazla ilişkide oldukları İranlılarla, Farslarla kültürel alışverişte bulundular. Öyle ki bu ilişki, büyük İran ulusal destanı Şehname'de yazıldığı gibi MÖ bin yıllarına, yani İskitler kadar gider. Ancak bu ilişkiler, her iki kavmin de ulusal kimliklerini, birini öbürü içinde zayıflatan yok eden değil, daha çok geliştiren, zenginleştiren bir rol oynamıştır. Aynı şey Arap kavmi ile ilişkide de geçerlidir.
Ne varki, İslamın evrenselleştirici ve daha ileri bir uygarlığa taşıyıcı devrimci özelliği, dolayısıyla farklı kimlikleri asimile edici (özümleyici) karakteri, Türklerin önce Fars, sonra da Arap kültürü karşısında bazı kimliksel değerlerini yitirmelerine yol açtı. Selçuklu saray kültürünün, dilde, siyaset ve yönetimde, bilim ve edebiyatta Türkmen kitlelerinden kopması, oçağda Anadoludaki temel bir yabancılaşma unsuruydu. Bu kopuşun, Babai ayaklanmaları ve Toros Türkmenleri (Karamanlılar) ile çatışmalarda görüldüğü gibi, kanlı savaşlara yol açması, sözkonusu yabancılaşmanın ilk büyük, çarpıcı örneğidir. Mevlana gibi aydın-bilge-ulemanın Fars kökkenli feodal saray kültürünü yüceltip Türkü aşağılaması, bunun bir devamı olarak, işgalci Moğollarla işbirliğini tercih etmesi, önemli bir yerel ya da Asyai-İslami yabancılaşma kaynağıdır. Mevlana'nın bu tavrına karşın, Türkmenlerle hep organik bir ilişki içinde olan Ahi Evren ve Ahiler, Hacı Bektaş, Hacı Bayram, Yunu Emre ulusal kültür ırmağının ana kollarını oluştururlar. Ama bugünün gerçekliğinden baktığımızda Mevlana her şeye karşın bizim ulusal bir değerimizdir. Çünkü onun dayandığı Fars kültürü, Türk kimliğine karşı yabancılaştırıcı etkisini büyük ölçüde yitirmiştir; emperyalizme ve ABD güdümlü Suudi-Vahhabi kültürüne karşın Avrasyacı bir boyut taşımaktadır.
Osmanlıda ise, Türk kimliğinde, Yavuz Sultan Selim'den sonraki dönemde, Birgivili, Ebussuud Efendi ve Kadızadeliler gibi Sünni şeriatçı ulemanın öncülük ettiği, günümüze kadar gelen daha büyük ve yozlaştırıcı bir yabancılaşma yaşandı. Bu selefici yabancılaşmanın özünü, Hz. Mhammed'in ve Hz. Ali'nin temsil ettiği İslam devriminin değerlerini benimsemek oluşturmuyordu. Onların da rolü vardı, ancak belirleyici olan, Emevi karşıdevriminin şekillendirdiği Arap feodal kültürüne biattı. Bu kültürün temel özelliği ise, İslamı, eşitlikçi, adaletçi, paylaşmacı içeriğinden tamamen kopartıp, feodal egemen zümrenin çıkarlarına göre biçimsel-törensel, gösterişe dayanan kurallara dönüştürmekti. Böylece Arap ve Emevi kavminin kabile kültürü, yozlaştırılmış, soysuzlaştırılmış evrensel İslam değerleri ile harmanlanıp İslam eşittir Arap kültürü olarak Türk halkına dayatıldı. Bunun en son örneğini, 2. Abdülhamit'in 1876 Anayasası'nda resmi dilin Türkçe olmasına karşı çıkması oluşturuyor. Abdülhamit resmi dilin Arapça olmasını savunuyordu. Devamı olarak, Mustafa Sabri'nin Türklüğü aşağılayan açıklamaları, aydın yabancılaşmasının İslamcı-geleneksel cepheden en öğretici ve ibret verici örneklerinden birini oluşturur.
***
Türkçülüğe karşı tavrın aydın yabancılaşmasının tarihsel köklerini Osmanlı saray ve aristokrasi kültüründe bütün boyutlarıyla görmekteyiz. Farsça yazan ve Fars devlet kültürüne dayanan Selçuklu sarayının önde gelen bir aydın- ulemasını oluşturan Mevlana'nın Türk düşmanlığı, daha sonraki Mevleviliğin çok etkili olduğu Osmanlı saray ve aristokrasi kültüründe de önemli bir rol oynamıştır. “Kaba”, “cahil”, “akılsız” vb olarak tanımlanan Türkün aşağılanması Osmanlı saray kültüründe öylesi bir noktaya varmıştır ki, çoğu kez Türk kimliği, Arap, Ermeni, Arnavut, Çerkes kimliğinden sonra gelmekteydi. 1850'lerden sonra resmen Osmanlıdan kopma sürecine giren Rum, Bulgar ve Sırp kimliklerini saymıyorum bile.(1)
Türklüğün en çok aşağılandığı ve dışlandığı 19. yüzyıl, hem Batı kaynaklı, hem de feodal-İslam kaynaklı yabancılaşma etkenlerinin birbirini güçlendirerek birleştiği bir çağdır. Kapıkulu aydınının geleneksel saray kültürünü Batı'ya biat, Batı'ya kulluk kültürü ile sentezlediği Tanzimatçılık, bu çağın tipik Osmanlı
kültürüdür. Özetle, kendi özgünlüklerini koruyup geliştirerek ulaşılması gereken çağdaşlaşmayı, dolayısıyla bunun temel bileşeni ve ikiz kardeşi uluslaşmayı reddeden Tanzimatçı aydın kimliğinin tarihsel arka planında Türklüğü küçümseyen, aşağılayan tavır vardır. Şu kesin ve yaşanarak kanıtlanmış bir gerçektir: Son yüzyıllık tarihimizde ne zaman çağdaşlaşma ve uluslaşma yürüyüşünde bir yorulma, bir tereddüt, tıkanma yaşanmışsa, Türk aydınının köksüz, hazırcı, asalak cenahında hemen dış merkezlere (Batı'ya) ya da gerici, muhafazakar ortaçağ güçlerine sığınma, biat etme gözlemlenir.
Osmanlı toplumu İslami bir Doğu uygarlığından akılcı, laik, çağdaş Batı uygarlığına yönelirken Osmanlı aydını çağdaşlaşmayı, kendi kültürel köklerinden ve kimliğinden koparak her şeyiyle Batı'yı taklit etme olarak algıladı. Osmanlı toplumunun iç dinamiklerini, toplumun kendi özgün gelişmesine ilişkin yasaları, biçimleri yok saydı. Tanzimatçılık dediğimiz bu Batı şablonculuğu ve hayranlığı -siyasal planda mandacılığa, Sevrciliğe kadar gitmektedir- günümüzdeki derin yabancılaşmanın da kökünü oluşturuyor. Bu Tanzimatçı geleneğin bir uzantısı olarak, gerek laik Batıcılık gerekse İslamcılı biçimlerinde ABD ve Suudi sermayesi marifetiyle, içeriden ve dışarıdan bir Türk kimliğine yabancılaştırma faaliyeti yürütülmektedir.
Sonuç olarak; ulusal kültürden kök almayan, ona yabancılaşan, ulusal kimliği aşağılayan hiç bir aydın hareketi, hiç bir sanat akımı özgün, içerikli ve anlamlı bir şey üretemez; namuslu, onurlu bir tavrı, kişiliği sürdüremez. Dahası, ulusuna, kültürel köklerine yabancılaşmanın sonu çürümedir, alçalıştır; daha da ısrar edilirse varılacak yer ihanettir.
Dipnotlar
(1) Bu konuda bkz. Mehmet Ulusoy, Türk Devrimi ve Milliyetçilik, Kaynak Yayınları,
İstanbul, 2014; Rıza Zelyut, Muaviye'den Erdoğan'a Din ve Siyaset, Kaynak Yayınları,
İstanbul, 2015.