22 Kasım 2024 Cuma
İstanbul
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Yalnızca Yaralayan Mızrak İyileştirir Yarayı (2)

Ekrem Kahraman

Ekrem Kahraman

Eski Yazar

A+ A-

Okuyucu başlıktaki (2) rakamını gördüğünde herhalde zaten bu yazının bir öncesi olduğunu anlayacak ve eğer o yazıyı okumadıysa önce o yazıyı okuyacaktır ki ne demeye çalıştığımı daha kolay anlasın ve neyi nereye nasıl yerleştireceğine kendisi karar verebilsin.

O nedenle başlıktaki “yara” ve yarayı açan “mızrak” ile mitolojik bir mesel gibi anlatılan İsa'nın göğsünde sözüm ona “İsa'ya iyilik yapma” amacıyla açılan o öldürücü yaradan sızan kanın biriktiği (bir başka yoruma göre Hz. İsa'nın ünlü son akşam yemeğinde şarap içtiği söylenen) “kase” de bu meselsi bir zeminde duran sözcüklerin önlerine sonradan atfedilip eklenmiş “kutsal” sözcüğü de ve Avrupa kültürünün içerisinde tahmin edilenden çok daha fazla yer tutan dinsel (Hristiyanlık) tarihindeki: “Kutsal Mızrak”, “Kutsal yara” ve “Kutsal Kase” kavramlarından neden söz ediyor olduğumu da okuyucu umarım anlamakta zorlanmayacaktır?

Kaldı ki zaten İsa'nın trajik destansı hikayesini de, o dinsel “kutsal kase” ya da “kutsal mızrak” imgelerinin ünlü İngiliz Camelot Kralı Artur başta olmak üzere, ünlü Haçlı Seferleri'nin, dünyayı kana bulayan Adolf Hitler'in, ünlü Amerikan generali George Patton vd. tarafından ısrarla nasıl birer savaş aracı olarak kullanıldığını herhalde bilmeyen yoktur?

Elbette yaralayan bir mızrak öldürebileceği gibi akıllı ve cesur olan birinin kendi tercihiyle iyileştirebilir de aslında? Fakat çoğu zaman bunun tersi de söz konusudur. Türkiye'de olan da bir tür budur bana kalırsa? Modern bir toplumu emperyalizm sonrası yeni bir ulusu ve onun gereği çok milliyetli ulus devleti programlamaya girişen Türkiye cumhuriyeti ne yazık ki trajik bir zamanlamayla tam da Avrupa'da moderniteden geriye dönüşün hız almaya başladığı, itibarının kaybolmaya başladığı bir karşı dönemde başladı. Bu da ister istemez Türkiye'leşme sürecini de olumsuz anlamda aşırı etkiledi.

Yani esas olarak modernlik Türkiye'ye daha baştan ağır yaralanmış olarak geldi.

Kaldı ki zaten aslında Osmanlı İmparatorluğu da her imparatorluk gibi -öyle ya da böyle- zamanla Türkiye'nin Cumhuriyeti gibi yeni bir devletleşmeye yol açması kaçınılmazdı.

Bana kalırsa, her imparatorluk önünde sonunda hem kendi bedeninde hem tarihsel sürecin gereği olarak aşırı etkilediği diğer imparatorluk devlet ya da topluluk ve kültürel bedenlerde hem öldürücü hem iyileştirici birçok yaralar açmıştır.

Zaten bu yaraların ağırlığına ve türüne göre de o bedenlerin ya yaralanıp ölmelerine yol açmış ya da kendi yaralarını tedavi edip kendilerini dönüştürerek hem yaşamaya devam etmelerini hem de yeni yeni tedavi yöntemleri bulmalarını öğretmiştir.

Yine bana kalırsa bu trajik ölme ya da dönüşerek var olma, yeniden dirilme ya da ayağa dikilme vb. halleri hemen her topluluklaşan klan, kavim, milliyet, ulus, siyasi, ahlaki, kültürel vb. gruplaşmalar için de geçerlidir.

DERİN YARA YA ÖLDÜRÜR YA İYİLEŞTİRİR!

Bu durum aşkta da aşkla kurulan birlikteliklerde de, o zemin üzerinde ortaya çıkan ailede, iş hayatında, piyasada, her türlü ticarette ve şirkette ve hatta düşüncede sanatta kültürde ve bilimde de aynen geçerlidir.

Ya dönüşerek ve evrimleşe evrimleşe yeni çağdaş dünya durumuna uygun yeni bir çağdaş durum yaratmak üzere harekete geçip yeniye doğru gidersin ve ayakta kalırsın ya da tarihsel dönüşüm karşısında yıkılıp dağılır ve giderek tarih dışına düşersin!

Doğrusunu söylemek gerekirse bu büyük ve sert fakat doğal yaşam fırtınasından kurtulmanın neredeyse başka bir yolu yok gibidir ne yapalım ki?

Bir önceki yazımda şöyle bir dokunup geçtiğim Parsifal operasının hem liberetto yazarı hem de bestecisi Richard Wagner'in o dönem en yakın dostları arasında yer alan Friedrich Nietzsche ile bu sırada yollarının ayrılması alabildiğine tipiktir.

Çünkü bu alabildiğine olağan yol ayrılığı aslında tarihsel zorunlu bir yol ayrılığıdır.

Çünkü bu aynı zamanda aynı düşünsel ya da ütopik felsefi yakınlık yolunda ortaya çıkan büyük bir yarılma ve kopmayla sonuçlanması gereken zorunlu bir doğal yok oluş ya da yeniye açılma ritüelidir de doğal olarak.

Bu aynı zamanda iki ayrı enerji güç kaynağı arasındaki birlikteliğin yaralanmasıdır da.

Benzer bir yarılma ve yol ayrılığı yaralanması da İkinci Dünya Savaşı sırasında Hitler Almanya’sının işgal etmeye giriştiği Paris direnişçilerinden Jean Paul Sartre ile Albert Camus arasında yaşanacak, sonraki süreçte kendilerine verilen Nobel ödülünü Camus büyük bir sevinçle kabul ederken Sartre tam tersi bir davranışla bir bildiri kalemi alıp verilen payeyi büyük bir felsefi siyasi insanı bir ahlakla reddedecektir ibret olsun diye.

Parsifal operası nedeniyle Nietzsche ile Wagner arasında da tıpkı sonradan Sartre ve Camus arasındaki o tarihsel büyük “yara”lanmanın bir benzeri yaşanacaktır doğal olarak.

Dostluklarının ilk yıllarında Nietzsche’nin Wagner’e ve yakın dostları Arthur Schopenhauer'a büyük bir hayranlığı söz konusudur. Fakat sonradan bu iki dostuyla da yollarını ayıracaktır Nietzsche.

Nietzsche, yakın dostu olduğu yıllarda Wagner’in hem toplumsal sanatsal kültürel kaygılarında ve buna karşı tepkilerinde hem metinlerinde ve bestelerinde kendi düşüncelerine yakınlıklar bulmaktadır. O nedenle de bir tür dostluk vefası gereği kaleme almış olduğu düşünülen “Richard Wagner Bayreuth’ta” kitabıyla ilgili olarak yapmış olduğu bir söyleşi metninde “Çağımızda duyguların nasıl altüst olduğunu ve çağsal zamanın bu altüst oluşun farkına varamadığı” saptamasında bulunur.

Ne var ki, Wagner’in hem Parsifal Operasının sunulması için Almanya'nın Bavyera eyaletinde kurulmakta olan Bayreuth Opera binasının temel atma törenine katılıp orada olanları izledikten sonra aslında Wagner’in hakikatin değil, iğrendirici bir zafer tutkusunun peşinde olduğu inancına vararak Bayreuth’tan ayrılır ve bir daha da görüşmeyecektir.

(Devam etmek istiyorum!)