Yalnızca Yaralayan Mızrak İyileştirir Yarayı (5)
Alman besteci Richard Wagner’in 13. yüzyılda yaşamış Wolfram von Eschenbach tarafından yazılmış destansı epik şiiri Parsifal’dan referansla liberattosunu bile bizzat kendisinin yazıp bestelediği ünlü üç perdelik müzikal dramından -ki Avrupa tarihi bu dini, felsefi, siyasal, kültürel meselelerle doludur- alınma başlıktaki bu söz metaforu bir tür ters alegori aslında.
Yani bu düşünüşe göre aslında ancak “yaralama”yı göz alan bir mızrak aynı zamanda o yarı dinsel, yarı felsefi, ideolojik, kültürel “yara”nın yine aynı referanslar üzerinden iyileştirilmesine de yol açacaktır ister istemez. Hep böyle olmaz mı zaten, bir tür “çaresizlik” sendromu üretir asıl çareyi. O yüzden de tarihsel “çare” için tarihsel bir “çaresizlik” durumuna, çözüm için de bir tür tarihsel bir çözümsüzlüğe ihtiyaç duyulduğu o apansız an çıkıp gelir mutlaka. Bu ise doğal olarak aynı zamanda çözüm kurmanın da zemini olur birikimli tecrübeli toplumlar İçin. Bunun ya farkına varıp onu olumluya çevirirsin ya da tarih dışına düşersin! Yani yıkılmadan ayağa kalkmanın ne demek olduğunu ya da ayakta kalmanın kıymeti harbiyesini de bir türlü tam anlamıyla bilemeyiz ne yazık ki?
Hatta başlıktaki “mızrak” “yara” ve “iyileşme” vb. kavramları üzerine kurulmuş kadim mottonun bir tür tarihsel büyük felsefi atlası sayılabilecek tarihsel olabilirlilikler sonucu oluşmuş olan haritaları daha da ileri giderek bu felsefi olma üçlüsünün yine de “ancak” gibi destansı bir zorunlulukla taçlandırılması gerekmektedir sanki? Tıpkı bu meseldeki tarihsel zorunluluk gibi. Yani bu durum açılmış ölümcül bir yaranın nasıl ki biyolojik olarak ölüme yol açacağı gibi -zaten yarayı açan vuruşun amacı da buydu- aynı zamanda dini, felsefi, siyasi, ideolojik ve kültürel olarak da tersten bir iyileşmeye yol açabileceği zorunlu iyimser bir yaklaşımdır bu. Bir tür bizdeki “çivi çiviyi söker” gibi ters bir alegorik ifade ediş zorundalığıdır aslında bu. Yani tersten bakıldığında yaralayan bir vuruşun yol açtığı yarayı yine ancak bu vuruşun iyileştireceğini öne sürmek gibi aynı zamanda yara açmayı göze alamayan bir vuruş vurduğunu öldürmeyi göze alamadığı sürece onu bir türlü iyileştiremez de aslında? Bu aynı zamanda felsefi olarak da biyolojik ve fiziki olarak da şuna benzer bir şeyler olmalı sanırım?
Kış gelmeden yaz da gelemeyeceği gibi, bahar olmadan yaz, yaz olmadan sonbahar, sonbahar olmadan kış, kış olmadan bahar olamaz gibi bir sonsuz bir çember ritüeli doğal olarak. Bu birbirine bağlı “sonsuz döngü” bütün canlılarda bir dizi hayati dönüşüme yol açacaktır doğal olarak. Yani ağaç kışa açılıp kendini ona göre yeniden biçimlendirecek ve kış uykusuna yatacak; toprak yaz boyunca üzerindeki bitkileri bir yandan sulayıp beslediği gibi bir yandan da içindeki suyu koruyup depolamak İçin kendi dibine doğru çekip sonraya saklayacak, bazı ağaçlar o sırada sanki toprağa yardımcı olmak amacıyla yapraklarını döküp çırılçıplak kalacak. Bahar geldiğinde de hem toprağın dibine taşıdığı sular yüzeye doğru çıkacak hem de o sular ve üzerimizdeki güneşle doğa yeniden canlanıp yeni bir üretim sürecine evrilecek.
Öte yandan zaten doğmadan ölemediğin gibi felsefi, ideolojik, kültürel ve bilgisel olarak ölmeden de hayatiyeti olan farklı farklı yenilerini kuramazsın! Yani ölmeyi göze almadan da yaşayamazsın aslında bir tür. Çünkü sonsuz bir döngüdür ve hayatiyetin en somut ifadesidir bu: hem var olamazsın hem de olmayan bir şey olarak da zaten yaşayamadığın gibi ölemezsin de, iyileşemezsin de bir türlü. Bu bir yandan da şu demektir aslında bir tür: başında büyük bir ölüm kalım sorunu varsa onunla mücadeleye girişmeyi göze almazsan hem yaşam sınavına girip savaşı kazanamazsın ve yaşayamazsın hem de ne yapsan ne etsen o çok seviyor göründüğün dünyayı da yaşatamazsın zaten!
HAYATİYETİ OLMAYAN BİR HAYAT MI YOKSA HAYATİYETİ OLAN YÜKSEK VE ONURLU BİR HAYAT MI?
Bak, ilkbahar kışı aşarak yeniden çıkıp geldi. Meyveli meyvesiz kimi ağaçlar çoktan çiçeğe durdu. Kimi ağaçlar kış boyu sessizce uyumuş olan gövdelerinden çıplak dallarından çiçekler yapraklar tomurcuklar çıkarmaya başladılar. Günler uzamaya ve güneş ay yıldızlar daha çok parlamaya çalışıyorlar hızla... Zaman ilerliyor yeni yeni zamanlara anlara doğru… Bağlar bahçeler çoktan yeşillendi, toprakları kabardı, yağmur yağıyor ve doğayı sessizce coşturuyor. Ekili tarlalar artık yemyeşil. Şöyle bir bakıldığında tecrübeli bir zihin hangi tarlaya ne ekildiğini ya da ne ekileceğini kolaylıkla tahmin edebiliyor çoğunlukla.
Çok değil bir ay sonra o bomboş görünen topraklara ayçiçek ya da başka ürünlerin tohumları atılacak ve onlarda yeşerecek bereketli yeni ürünlere dönüşecek. Yalnızca bunlar değil ki değişip dönüşen? Yaşayan gelişen ve ölüp gidecek olan herşey gibi Coronavirüs belası da değişip dönüşerek ölüme doğru evriliyor giderek. Hani bazen sanki herşeyi kolaylıkla halledebilecek gibi hissedersiniz ya kendinizi: öyle.
Neredeyse 20 yıldan bu yana öngörülen gerçekleşmeye başladı ve artık bambaşka bir dünyaya doğru yuvarlana yuvarlana evrilerek ilerliyoruz. Aklım erdiğince bilgim yettiğince hep söylemeye çalışıyorum: hayat bazen sanat eseri gibi bir şeydir aslında? Nereye gittiğini ve neye nereye kadar gidebileceğini bildiğin kadar nerde durman neyi nasıl yeniden kurman gerektiğini de iyi bilmen gerekir. Gerçi felsefe de, bilimsel akıl ve araştırmada ideolojik iddia da öyledir biraz. Örneğin tarihsel olgunluk henüz yeterli düzeye erilmemişse biraz sabırlı olmanız gerekecektir kesinlikle. Çünkü siyasi ve bilgisel, teknolojik hukuki meczupluğun kol gezdiği bir ülkede meczupluk sosyal ve kültürel alanda da peydahlanır doğal olarak. Bilgiler tecrübeler fikirler duyumlar da yağlı kremalı besinler gibidirler fazla tüketilirse sindirilemeyip aşırı sağlıksızlığa yol açabilirler.
Beş yazıdır sürdürmüş olduğum yazının başlığını oluşturan bu sözün nasıl da yanlış anlaşılmaya açık olduğunun pekala da farkındayım. Öyle ki, hem öldürücü bir vuruşa darbeye işaret ediyor hem de iyileştirici. O kadar çok obezliğimiz, toplumsal, ahlaki, kültürel, siyasi, ideolojik yara berelerimiz var ki…