Yalnızlaşma sorunu
Türkiye'de tek kişilik hane halkı sayısı son on yılda yüzde 77,2 oranında artarak, 2023'te yaklaşık 5,2 milyona dayanmış. Rakamın büyüklüğü ve hızlı artış eğilimi toplumumuzda giderek artan bir yalnızlaşma (atomizasyon) olgusuna işaret ediyor. Özellikle Kovid-19 salgını yalnız yaşama eğilimini arttırmış. Bu olay, yalnızlaşmanın hem nesnel temelleri olduğunu hem de bir tercih biçimini aldığını yani öznel bir yönü olduğunu gösteriyor.
Etrafınızdaki akraba, meslektaş, konu-komşuları şöyle bir düşünün. Başlangıçta umduğunuzdan çok daha fazla insanın tek başına yaşadığını fark edeceksiniz.
Yalnızlaşma bir toplumsal çözülme göstergesi olduğu için sosyal bilimcilerin konuya daha fazla eğilmesi gerekiyor. Yalnız kalmak ve kendine zaman ayırmak da bir ihtiyaçtır elbette. Kendi hayatları ve kararları üzerinde söz sahibi olmaları gerekir. Geleneksel toplumun bireyselleşmeyi boğan aşırı denetim anlamına gelen töre odaklı ilişki sisteminin çözülmesi kaçınılmaz bir şey. Çünkü modern toplum özerk ve rasyonel bireylerinden oluşur. Ancak yukarıdaki rakamların gösterdiği olgu daha farklı bir durumun işareti. Geleneksel toplumdan modern topluma geçiş sürecinde yaşanan aşırı denetim ilişkilerinin çözülmesi farklı bir şey; metropollerde akrabalığın, arkadaşlığın, komşuluğun, dayanışmanın çözülmesi ve bireylerin atomize olması farklı…
Yalnız yaşayan insanların sayısındaki artışın nesnel temelleri var. Modern toplum geleneksel topluma oranla çok daha yatay hareket ediyor. Doğduğunuz, öğrenim gördüğünüz ve iş bulup hayatınızı kazandığınız yerler farklı oluyor. Nitekim yalnız yaşayanların önemli bir kısmı ebeveynlerinin yanından ayrılmış ve kendi ailelerini kurmamış bekâr profesyoneller. Buna boşanmış ve yeniden aile kurmamış olanları da eklediğimizde genç nüfus içinde ciddi bir yalnız yaşama olgusu çıkıyor ortaya. Çocukları evden ayrılmış ebeveynlerden biri öldüğünde ortaya çıkan yaşlı yalnızlığını buna eklemek gerekiyor. Ancak yalnızlaşmanın öznel boyutuna geldiğimizde işler biraz değişiyor.
Yalnız yaşama eğilimi büyük ölçüde metropol kentlerde karşımıza çıkıyormuş. Çünkü buralar aile, akrabalık, komşuluk, arkadaşlık gibi birincil toplumsal ilişkilerin çözüldüğü yerler. Gündelik yaşam, hayat gailesinin merkezde durduğu bir organizasyon şeması içinde biçimleniyor. Uzun mesai saatleri, ulaşıma harcanan zaman, geçim darlıkları vb. üst üste binince, tahammül sınırları daralıyor. Komşuluğa, arkadaşlığa ayıracak zaman kalmadığı gibi bu tür ilişkilerin gerektirdiği yapıcı, olumlu, karşındakini dinleyen, dertlere ortak olan dayanışmacı karakter yapısı da aşınıyor. İnsanların en büyük ihtiyacı kendine zaman ayırmak, metropolün törpülediği hayatı ve kişiliği onarmaya çalışmak oluyor.
Yalnız yaşamanın en az görüldüğü yerlerin Bayburt, Ardahan ve Hakkâri gibi iller olması, buralardaki geleneksel ilişki örüntülerinin görece güçlü olmasının yanı sıra insanların yalnızlık ihtiyacı hissetmelerine yol açacak faktörlere daha az maruz kalmalarıyla da ilişkili. Yani bu kentler insanların deli gibi çalıştıkları halde az kazandıkları, buna karşılık tüketim kültürü değerlerinin reklam panoları, ışıklı tabelalar ve eğlence mekânlarıyla üzerlerine boca edilmediği yerler. Metropollerden farklı olarak bu tür şehirlerde yalnız kalmak bir mecburiyet değil.
Yalnız yaşama eğilimi, Batı’da 1960’lardan bu yana artmaktaydı. Yanlış hatırlamıyorsam Attila İlhan bu olgunun evlenmeden birlikte yaşama biçiminin bizzat kapitalist kültür tarafından teşvik edildiğini o yıllarda yazmıştı. Böylelikle evli çiftlerin ortak kullanacağı her türlü ürün, özgür bireylerin her birine ayrı ayrı satılabiliyordu. Meselenin günümüzde aldığı biçim, daha da karmaşık duruyor. Çünkü aradan geçen zamanda tüketim kültürü salt ihtiyaç mallarına bakış açımızla ilgili bir konu olmaktan çıktı, birbirimize bakışımıza da sirayet etti. Artık sadece buzdolabı, otomobil ya da giyim eşyası tüketmeyi arzulamıyoruz. Üretimden kopan neoliberal sistem sadakati, sevgiyi, arkadaşlığı, cinselliği ve dürüstlüğü de metalaştırarak tüketimin konusu yaptı. Bu nedenle yalnızlaşmak, bir yönüyle neler olup bittiğini anlamakta zorluk çeken, ancak bir biçimde direnmeye çalışan insanların kendilerini sığınaklarına kapatmaları biçiminde bir savunma hali olarak da çıkıyor karşımıza.
Ama her hâlükârda sosyologların analizlerini derinleştirmesini ve sosyal politika geliştiricilerin üzerine düşünmesini hak ediyor bu konu.