Yalnızlığıma dokunma!
İlk e-postamı attığımda 26 yaşındaydım. İnternetle tanışmam da taş çatlasa ondan bir yıl önceki "chat" muhabbetine rastlar.
Ortaköy'deki, kâğıt üstünde Kumdan Kaleler'den üç müzisyenin tuttuğu ama aslında grupça kullandığımız evde, bilgisayar mühendisliği okuyan arkadaşın klavyesine 3-4 kişi dadanır, "chat" odalarında ne amacını ne de anlamını bildiğimiz arayışlara girerdik.
Demek ki internetsiz geçmiş tam 25 yılım var. Çeyrek yüzyıl. Bugün "İnternetime dokunma!" diye eylem yaparken biber gazı ve tazyikli su yiyen gençlerin çoğunun ömründen fazla bu süre.
O 25 yılda yatılı okulda hayatta kalmayı, Beyoğlu'nda kavga etmeyi, gitar çalıp grup kurmayı, kendimce yazılar karalamayı, gönül işlerine bulaşmayı, dostlar ve düşmanlar edinmeyi, hepsinden önemlisi de şu âlemdeki varoluşsal yalnızlığımı keşfetmiştim; İnternetin hiçbir katkısı olmadan.
Sosyal medyayla tanıştığımda ise 30'larımı yarılamıştım çoktan. Sosyalliğin de medyanın da ne olduğunu şahsi deneyimlerimden artık gayet iyi biliyordum.
Ama "internet" diye bir şeyin varlığını ilk ne zaman duyduğumu hatırlamıyorum. Aklımda çocukken izlediğim "Savaş Oyunları" adlı bir film var yalnızca. 9-10 yaşlarında bir çocuk, bilgisayar oyunlarının paylaşıldığı ağda dolaşırken yanlışlıkla Pentagon'un sistemine girer. Hedefi Rusya (pardon, Sovyetler) olan füzeleri oyun sanarak ateşler ve olaylar gelişir...
Nükleer savaş filmlerinin o zamanki cazibesi bir yana, ev bilgisayarlarını birbirine bağlayan ağ fikri büyüleyici gelmişti bana. 80'lerin apartman çocuklarının Commodore 64'lerine umutsuzca kafa ayarı yaptığı yıllar...
Biz ergenliğe doğru seyirtirken ne cep telefonları vardı ne de sosyal medya. Ama Atilla Atalay "Yalnızlık Aletleri"ni yazmıştı. Dönemin bir numaralı arkadaş arama aygıtı telsiz hattında karşılaştığı bir kaybedenden bahsediyordu; eşsiz mizahıyla harmanladığı bir mahalli hüzünle. "Arkadaş arıyorum, arkadaş..."
Ne zaman yeni bir sosyal medya evrimi olsa, Atilla Atalay'ı andım. Yalnızlık aletleri değişiyor ama yalnızlık değişmiyordu. Dahası, Özdemir Asaf'ı bile haksız çıkarıyordu internet: Orada yalnızlık hem paylaşılıyor hem de yine yalnızlık olarak kalıyordu.
Yine de vazgeçmiyorduk yalnızlık aletlerinden. Belki de geç de olsa özgürleşmemizi sağladığı için. "Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür" olmak artık kaçınılmaz hale gelmişti, bunun bedeli de bir miktar yalnızlaşmaktı. Sürüden tam kopmasak da, arada birkaç adım uzaklaşmak.
Böylece seçilmiş bir yalnızlığı yaşamaya başladık. Milyonlarca veri transferinin ortasında aslında önce kendimizi, sonra da bize benzeyenleri arıyorduk. Bunun bizi birey yaptığını hissederek. Otoriteye kendi çapımızda düşünsel tepkiler vererek.
Oysa "İnternetime dokunma!" diyen gençler bunların hiçbirini yaşamadı. Onlar için internet hava gibi, su gibi bir şey. İnterneti sansürlemek, onların gözünde oksijenlerini kesmek kadar karanlık anlamlara geliyor.
Haliyle, büyük bir doğallıkla fırlıyorlar sokağa. Bunu yapmadan önce düşünüp taşınmalarına bile gerek yok. Soluduğunuz havayı kesseler düşünür müsünüz? İçtiğiniz suyu? Ruhunuzu?
İşin ilginç tarafı, sansürden yana olanlar bile fikirlerini açıklamak için sosyal medyayı kullanıyor. Bu yüzden otoriter sistemlerin işi sarpa sarıyor işte. Yalnızlık aletlerinin kıymetini en iyi bugünün gençleri biliyor. Biz yalnızlığımızdan vazgeçsek bile onlar vazgeçmeyecek. Ne kadar erken anlarsak o kadar iyi.