Yaşam her şeydir!
Çetin bir adamla saf ve masum bir kızın öyküsünü anlatan filmi izleyeli beri yaşama dair yeni yeni şeyler düşündüm. Dahası yaşamda sizi etkileyen herhangi bir şeyin gelip bu türden “yeni” düşüncelere, duygulara kapı aralaması doğal belki. Ama doğal olmayan şey, bence, yaşamdaki karşılığı olan/olmayan duyguların tanısını aralayan bir bakışın sanata nasıl yansıdığının yarattığı etki.
Şöyle diyelim: Sanat bir yanılsama. Bir film de olsa, roman, öykü de olsa. Eninde sonunda kurgulanan bir öykü var. Karşımızdaki o kurmaca gerçeklik yaratılan atmosfer ve iletilen duygu düşüncelerle sizde bir tür illüzyon yaratılıyor. İzleme/okuma süresincedir her şey!
Acaba gerçekten de öyle mi?
Benim “iyi sanat” yapıtı için ölçüm şudur hep: Okuyup izledikten sonra sizde etkisi sürüyor mu, size yeni duygu/düşünce kapıları açıyor mu, bir süre sonra yeniden onu izlemek/okumak arzusuna, hatta yazmanın kıyısına taşıyabiliyor mu...
Sözünü ettiğim “Phantom Thread” filmi işte öylesi bir film. Sıra dışı da diyebilirim, her iyi yapıt gibi.
Evet, ortada anlatılan sağlam bir öykü var. Ama bunu sinemasal olarak etkileyici kılan öğeler en az o öykü kadar önemli, hatta daha da önünde.
Reynolds Woodcock iyi bir kadın terzisi. Mesleğin de titiz mi titiz. Bu adeta onun karakterini yansıtan bir uğraş, yaşama biçimi. Hayatı da hep bu sıradüzen içindedir.
Bir gün, bir biçimde Alma gelir hayatına girer. Dahası o sıradüzen içindeki uğraş alanının yakınında olur.
Film şöyle bir cümle ile açılır:
“Reynolds hayallerimi gerçek kıldı. Ben de karşılığında ona en çok arzuladığı şeyi verdim.”
Bir sonrasında şunu işitiriz:
“Nedir o?”
“Her bir zerremi?”
Reynolds, şunu der bir yerde: İyi dikilmiş bir ceketin kanvasının içine neredeyse her şeyi dikebilirsin; sırları, bozuk paraları, sözcükleri, ufak mesajları. Küçükken giysilerin astarlarının içine bir şeyler saklamaya başladım. Orada bulunanlar sadece benim bildiğim şeylerdi.
Yaşamı ve yaşamayı öğrenmeye başladığımız anlardan itibaren biriktiririz. Ruhumuz, benliğimiz her şeyi, ama her şeyi bir sünger gibi çeker, bizi biz edenleri renklendirir. Hatta öyle ki, ileride edineceğiniz bir meslekten, yaşayacağınız sevgi iklimlerine kadar her bir şeyin yolu oralardan ağıp geliyor.
Reynolds’un terzilik mesleğindeki incelikleri, obsesif duruşu, algı biçimi, yaşama bakışı tümüyle geçmişten gelenlerle edinilenlerin bileşkesidir aslında.
İnsan bir işi, uğraşı istediği biçimde yürütürken yaşadığı deneyimleri de kendisine katarak ilerler. Gelişme, değişim, dönüşüm ve bunlarla biçimlene gelen deneyim dediğimiz şey de budur aslında.
Yaşam başka, iş uğraş sevgi başka denilerek yol alamaz insan. Yaşam bir bütün. Her birine yansıyan da işte o sizin oluşan auranız. Bir yerde sekme yaşadınız mı, hayatınızda tökezlemeler başlıyor, uçkun biri olup çıkıyorsunuz başkalarının gözünde de.
Alma’nın o saflık, durulukla gelip Reynolds’un hayatına katılması, uğraşının ve yaşadıklarının kıyısında durması ezinç vericidir. Çünkü onu sevme biçimini henüz keşfedememiş, bilememiştir. Sevildiğini sanmak yanılgısı belki de insan ömrünün en derin sızısı. O bunu anlayınca, kendinden ve her şeyden neden yüz çevrilebileceğini de kavrar. Ama gitmeyi değil, emek vererek kazanmayı seçer. Dahası sevgisi için mücadele etmeyi.
İşte bunun yolunu yordamını bize yalnızca yaşadıklarımız öğretmez, iyi bir sanat yapıtı bu anlamda her şeydir, bize bizi gösterip anlatması açısından bazen yaşadıklarımızdan da önemlidir.