Yaşamdaki karşılaşmalar bizi nereye taşır?
William Faulkner'ın en temel savlarından biridir, roman karşılaşmalardan doğar. Yaşamın izinde/tanıklığında bir romancının bu düşüncesini önemserim. Onun romanlarındaki kişi/durum karşılaşmaları olay örgüsünü biçimlediği gibi romanda oluşan neden/sonuç ilişkilerini de belirler.
Hayat, bir bakıma, karşılaşmalar üzerinde yola çıkan bir tren katarını andırır! Zaman zaman şunu da yinelediğim olmuştur: Hayat bir karşılaşmadır!
Yazıda, edebiyatta bir başka pencereyi açınca şunu da söylemeden geçemem: yazmak hatırlamaktır. Bunun, elbette ki karşılaşmalarla ilgisi vardır. O karşılaşma ânındaki küçük bir im bizi birden, kaçınılmaz bir biçimde geçmiş zamanda yaşanmış bir duruma/olaya/insan gerçekliğine götürür. Yüzlerde hatırlar, mekânlarda yeniden yaşarız o zamanları.
Gene de hatırlamak cesaret ister, tıpkı yaratmak gibi. Yazarak hatırlamak da işte o cesaretin bir parçasıdır. Belleğimiz, kimi zaman en olmadık şeyi bile getirip sunar bize: Yaşadığımız bir travma, bir karşılaşma ânının trajedisi ve daha nice şey. Oysa ki yazmak çoğu zaman benlik sanrısından kurtarır bizi. Çünkü insani boyutu olan söz, alıcısı kadar yazanına da iyi gelir.
Kimi zaman en olmadık şeyi bile belleğimiz getirip sunar bize: yaşadığımız bir travma, bir karşılaşma ânının trajedisi... Daha nice şey, çünkü her biri yazılınca benlik sanrısından da kurtarır bizi. İnsani boyutu olan söz alıcısı kadar yazanına da iyi gelir.
Karşılaşmalar nasıl belleğimizde yeni bir koridor açıp bizi yaşanan zamanda yeni bir hayata sürüklüyorsa, hatırlamak da unutmanın kardeşi olarak gerçekliği başka bir boyutta yeniden zamanımıza katıyor.
Geçen gün, üç dostumla tarihi bir mekânda akşam yemeği yiyorduk. Genç dostum ikinci romanını yazıyordu. Onunla karşılıklı oturmuştuk. Sol yanımdaki dostum yazılan romanın kahramanıydı. Onun karşısındaki de, kendisinden on altı yaş küçük kardeşi, bir roman gibi yaşanmış hayatın gölgesinde olup bitenlerin tanığıydı.
Bu iki kızkardeş taşradan çıkıp büyük kente gelip okuyup etmişler. Yeniden taşraya dönüp açtıkları eczanelerini çalıştırmışlar. Ve hayatları karşılaşmalarla yaşama tufanına dönüşmüş bir süre sonra.
1960'ların Türkiyesi'ne tanık bu iki kızkardeşten büyük olanının öyküsü romanın ana eksenini oluşturuyordu. Taşrada sıkışıp kalmışlık, ama içselleşen dünyanın zenginliği, aşktan ve tutkudan geçen bir ilişkinin biçimleyiciliği...
Dostum, romanını, hatırlama/bellek yolculuğu üzerine kurmuştu. Bunu ve yaşanmış zamanları konuşurken ister istemez Faulkner gelmişti aklıma. Özellikle de onun "Döşeğimde Ölürken" romanı. Yaşanan bir "hakikat" vardır, bunu roman kişileri farklı algı ve bakış açılarıyla anlatarak romanın gerçeklik duygusunu kurarlar. O "hakikat" kişilerin bilincine/algısına yansırken çok farklı biçimlere dönüşür.
Şu sav cümlemi yinelemek isterim: Kurgu, "hakikat"i gölgeleyen gerçeği de aydınlatır. Bizler, anlatıcı olarak, kurgunun tözünü yaşamdan alırız. Ama yapıtımızı kurgularken, özellikle de romanda, o "hakikat" ile "gerçek" arasındaki çizginin anlatıcısının da en az roman kahramanı kadar önemli olduğunu biliriz.
Aslında, karşımda, yazılan bir romanın üç kahramanı oturuyordu. Ve biz, üçümüz de bir karşılaşma sonrasında dostluk yolunu bulmuştuk. Kandilli'de, ayışığının altında, ana kahramanımızın gençkızlık anılarına, okuduğu bu lisenin bahçesindeki manolya ağaçlarının kokuları arasında uzanmıştık...Ve onlar çocukluklarının kokusunu anlatırken ben yeni çıktığım "karşılaşma yolculuğumu" düşünüp, içimde yarattığı kıpırtıyı hissederek, bu eşsiz haziran gecesini kalbime bir mühür gibi kazıdım...