Yaz Bitti!
Darbeli, sıkıntılı, keyifsiz, kurak bir yazdı; bitti. Biraz şaşkınlık, biraz körlüktü. Onurlu bir yaşamı önemseyenler içinse biraz parasızlık, biraz neşesizlik, biraz uyurgezerlikti. Esnafa kalırsa, sözüm ona herkes tatile gelmişti ama hiç kimseler para harcamıyor, yemiyor içmiyordu.
Zaten yıl boyu aşırı azgınlaşmış siyasi, kültürel, toplumsal yozlaşmışlık, aymazlık, darlık, körlük, öngörüsüzlük ve çaresizlik, darbe girişimiyle birlikte havaya, suya bile sirayet edip yaşamı, ticareti ve parayı sindirmiş, sokağın psikolojisini aşırı bozmuştu. Bütün iyilik planları ve hayalleri sıkışmış, gelecek duygusu daracık bir aralıkta kaybolmuş gibiydi. Cep sürekli hesap yapıyor fakat bir türlü tutturamıyordu.
Daha eylül gelmeden yazlıklar tek tek boşaldı. Sahiller, şezlonglar, cafeler, barlar, sokaklar erkenden kimsesizleşip sessizleşti. Köyün etrafındaki ayçiçek tarlaları kuraklıktan erken kurudu. Verim düşüktü. Köylü için can sıkıcı bir durumdu.
Terörün en çok vurduğu İstanbul’a, Beyoğlu’ndaki atölyeme işte bu can sıkıcı durumla birlikte döndüm yazlıktan. Aslında İstanbul da, Beyoğlu, Teşvikiye, Nişantaşı da gelmiş olduğum yerden pek farklı görünmüyordu. Merkezî yerlerdeki çoğu büyük mağaza kapanmış, dükkânlar yeni kiracılarını bekliyorlardı. Atölyeme kapanayım dedim ama onun da her köşesi, dolabı, rafı sallapati sergi katalogları, sanat dergileri, kitapları, kaliteli kâğıtlara basılı tanıtım amaçlı gereksiz kalın broşürlerle dolup taşmıştı.
Birkaç gün bön bön öylece etrafa bakınıp durdum ne yapılmalı diye? Sonra kağıttan yapılmış her şeyi atölyenin ortasına yığıp yaklaşık bir tona yakın kağıdı, dergiyi, kataloğu tek tek inceleyip ayıkladım ve çağırıp kapıcımıza verdim. Sonra da oturup o aralıktan yeniden baktım etrafıma. Ufkum açılmıştı sanki? Önce kendime baktım. Atölyeme baktım. Boyalarıma, fırçalarıma, resim sehpama baktım. Yaptıklarıma, yapacaklarıma baktım. Çağdaş felsefeye, çağdaş sanata ve çağdaş sanat ortamlarına baktım, ülkeme baktım, düşündüm. Siyasi, ekonomik, toplumsal çöküş belirtilerimize baktım. Nasıl da kargaşaydı her şey? Hayal, ütopya, onur ve değer kaybolmuş gibiydi? Müzeler, galeriler, koleksiyonerler, yazarlar, sanatçılar kendilerine kapanmışlar, ne yaptıklarını bilmez uyurgezerlere dönüşmüşler gibiydi? Yeniden bir daha fark ettim ki o yazlık pazar yerleriyle, o kırık dökük verimsiz ayçiçek tarlalarıyla çağdaş sanat ve edebiyat alanlarımız arasında hiçbir fark yoktu aslında.
Eğer önce kendinize ait çağdaş ve özgün, sahici bir bakış açınız, derin bir ideolojiniz, olgun ve yeni bir diliniz, söyleminiz, sözünüz ve bütün bunların arkasında duracak kendi öz gücünüz cesaretiniz yoksa “çağdaş sanat” yapma şansınız da yok. Bu da sanat ve edebiyatın hem bir kültürel iddia olarak hem de ticari bir şansı olmayacağını, olamayacağını gösteriyor. Hatta sadece sanat değil siyaset de, bilim de, iş de yapamazsınız bu kof halinizle. Hadi abartmayayım yapamazsınız demeyeyim de yaptığınız bir yanıyla hep eksik ve zaaflı kalır ya da en zayıf neoliberal küresel fırtınada bile hastalanıp tıpkı onun gibi zamanı geldiğinde yıkılıp gider. Bu güncel “çağdaş sanat”ta da böyle, güncel siyasette de, günlük hayatta da...
Yazın bir yere: yakında göreceksiniz. Şu anda gördüğünüz ne tıkanma varsa bu daha bir kısmı... Gerisi yolda.
Demem o ki, tarihî, kritik bir süreçteyiz anlayana. Fark etmez de bir o yana bir bu yana savrulur durursanız kaybolur gidersiniz. Fakat fark eder de cesaretle, ferasetle öbür yana sıçrayıp gereğini yaparsanız gelecek sizindir.
Aklın yolu bir.