Yazmayınca, Erzurum: (1) Doğduğun kent iyileştirir yaralarını...
Dindirdim duygularımı bir süre. Dönüp fotoğraflarına bakamadım. İlk gençlik yıllarında çizdiği bir resmin bütün detayları belleğimdeydi. Gene de arayıp buldum onu, aldım karşıma. Gülümseyen kederli bir yüz. İnsanlığın bütün çağlarından çıkıp gelmiş bir azize duruşu...Oysa, çocukken, bunu bize “Akademi’de çizdiğim anamın resmi” diye gösterdiğinde şaşırarak baktığımı hatırlıyorum.
O resmini çok sevdiğini söylerdi annesi, bir konuşmamızda da; “Büyük kayınbabam” dediği Erzurumlu Emrah’ı anlatmıştı bana.
“İş salonu”muz, bir Rönesans atölyesi gibiydi.
Hocası Bedri Rahmi Eyuboğlu yolunu düşürüp de Erzurum’a geldiğinde, burasını öyle tanımlamıştı.
Bizler, onun, o bıcır bıcır ortaokul öğrencileri; hiç istifimizi bozmadan; hatta Bedri Rahmi’nin varlığına, kim olduğuna aldırmadan büyük bir ilgiyle işlerimize devam ediyorduk atölyemizde.
Kimimiz karanlık odada agrandizör başında, kimimiz bir resmin yağlıboya kopyasında, kimimiz çamurdan küçücük heykelciklerin biçimlenmesinde, kimimiz de kitaplarla haşir neşir...
Zamanın durduğu bir yerdeydik. Belki de, o dinmek bilmeyen duyguların simyacısı kesilmek için gelip kurmuştu o mekânı burada İğdebeli Hoca.
“Tabut” adı verilen okulumuzun sıradışı bir yeriydi burası. Gün orada başlardı bizim için. Kapanışı olmayan bir zamanın bekçileri kesilirdik adeta. Öğleden sonra, el ayak çekilip de sessizleşince, o heyula mekân bambaşka bir ruha bürünürdü, atölyemizin efendileri oluverirdik. Dahası, orada bizleşirdik. Dual pikapta mutlaka bir ezgi olurdu; Mozart ya da Bach. Kışsa, ki kar hiç eksilmezdi penceremizden; sobamızda kok kömürü, o dökümden yapılmış Rus sobasının üzerinde çaydanlıktaki çayın demi eksik olmaz; soluk alma ânındaysak, çevrelenmişizdir etrafına, söz açılmıştır gene Puşkin’den, Gogol’ün “Dikanka Akşamları”ndan...Arada bir Eflatun girer sohbetimize. Dönüp episkopta resimler izleriz...Goya, Rembrant, Rubens... Bruguel, Henry Bosch, Gümrükçü Rousseau’la sıra gelince bir gülüşme alırdı ortalığı. Chagall, Paul Klea, Henry Matisse, Utrillo, Van Gogh, Monet, Picasso... Renkleri, biçimleriyle gelip o karanlık, puslu, solgun kentin zamanının örtüsünü aralarlardı bizim için; renkli, bambaşka bir dünyaya taşırlardı çocuk ruhumuzu.
Büyü bozulmasın diye kıpırtısız kalırdık bir süre. Öyle ki, çıkıp gitmememizin nedeniydi bunlar. O dünyanın dili, dilmeci kesilirdik sonra. Söz açılırdı aramızda. İğdebeli Hoca, susarak anlatmasını severdi. Bizlerin çıktığı görme yolculuğunun farkındaydı.
Esintilerin diline verirdik kimi kez ruhumuzu. Adımlardık kentin gölgeleri eksik sokaklarını. Selçukî yapılardaki ahengi anlatırdı bazen. “Taşa dokunmak gerek, onun ruhunu anlamak için. Renklere nasıl dokunur bakışımız, elimiz nasıl çizginin efendisi kesilir; taş da insanın ömrünü anlatır,” derdi.
Bir gün, gelip önünde durduğumuz Çifte Minareli Medrese’yi tam karşımıza almış; birbirine simetrik o iki minarenin hangisini yapmak istediğimizi sormuştu bize.
Söz ebeliği yapmadan konuşanlar susmuş, tezcanlılar atılmış, bilgiçlerimiz uluorta konuşmuştu. O, bilip bilemediğimizi değil; bakıp görerek neyi algılayıp anlatabileceğimizi görmek istemişti sanki!
Bir yanıtımızdan yola çıkarak; “Hayır diyemem. Ama bakın çocuklar bunlar birbirine benzer görünseler de aynı değildirler. İki ayrı ustanın elinden çıkmışlardır. Hatta biri diğerinden daha iyi yapmaya başlayınca, öteki usta diğerinin hünerini kıskanmış; işini bitirip minarenin çatısını örttüğü gün kendisini oradan aşağı bırakmış...”
Sanırım o gezgin günlerimizden bir gündü gene. İstasyon Caddesi’ni geçip, Et Kombinası’nın bulunduğu yöreye yönelmiştik. Yolun beri yanına geçip, bir fundalığı andıran bahçeye girmiştik. Küçük bir dere akıyordu içinden. Su sesi bizi algına çevirmişti. Bahçenin iki yanındaki huş ağaçlarını bize göstermiş, onların zarafetini anlatmış, sonra da; “Hadi bakalım şimdi bunları çizelim” demişti. Bizi aygın baygın yapan kokuların iğde ağaçlarından geldiğini anlatması da bana çocukluğumun kokusunu keşfettirmişti o gün.
Erzurum dendi mi iğde ağacı kokusu, bir de resim öğretmenim Fuat İğdebeli gelir aklıma. Ve onu, yakın zaman önce sevdiği/bağlandığı kentimizin topraklarına uğurladık.
Şunu hatırladım bu haberi aldığım gün: Açılan yara ancak doğduğun yerde kapanır, demiş doktoru ona gençliğinde. Bu yanını hiç göstermedi bize. Ama kalkıp gitti doğduğu yere, bir zaman eğleşti orada... Bilememiştik bunu niye yaptığını, ama hatırlayınca doktorun dediklerini... Sözsüz bakmıştık birbirimize onu hiçbir zaman unutmayan ben ve Hüseyin (Haydar)... Bilirdik ki, onun yarası görünenlerden değildi...