14 Kasım 2024 Perşembe
İstanbul 12°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Yeşilçam'ın çocuksu yüzü: Yılmaz Atadeniz

Burçak Evren

Burçak Evren

Gazete Yazarı

A+ A-

O güne dek yalnızca bir tek filminin eleştirisini yazmıştım. Başlığı da “Klinik Bir Vakıa” idi. Yıllar sonra karşılaştığımızda kendisini “Klinik vakıa olan filmin yönetmeniyim” diye tanıttı… Sonrasında küskünlüğün yerini yıllar süren dostluğumuz aldı. Bir süreden sonra da abi kardeş gibi olduk… Ve birçok projede birlikte çalışma olanağını bulduk.

“Klinik bir vakıa”diye başlık attığım filmin adı Kanije Kelesi, yönetmeni ise bu tür filmlerin üstadı Yılmaz Atadeniz’di.

Atadeniz’in 1982 yılında çektiği filmin senaryosunu Turgut Özakman yazmış, başrolünü ise Cüneyt Arkın üstlenmişti. Aynı yıllarda AST’ın bir oyununu izlemek için gittiğim Ankara’da rastladığım Özakman da “Senin yazdığın gibi bir klinik vakıaydı film” diye beni doğrulamış, ancak o günkü koşullarla bu kadarının yapılabildiğinin de altını çizmişti.

O yıllar Yeşilçam’ın olanaklarıyla dönem filmi yapmak pek mümkün değildi. Ancak yine de -o dönemin deyişiyle- Bizans’ın kahpeliği ile Arkın’ın tek başına onların tümünün üstesinden gelmesi kimilerinin pek hoşuna gittiğinden bu tür filmlerin yapılması kaçınılmaz olmuştu. O yıllar, figüranların bileklerinde unutulmuş Nacar marka saatler ile Bizans semalarında beliriveren uçakların eşlik edip telgraf direklerinin eteklerinde yapılan bu tür filmler Türk sinemasının vazgeçilmez düşmanının yalnızca Bizanslılardan ibaret olduğu yıllardı… Çünkü o yıllar Mussolini polis devlet sisteminden ödünç alınmış sansür tüzüğüne göre yurtta sulh, cihanda sulh anlayışıyla her bir devleti dostumuz ve de kardeşimiz saydığımızdan herhangi bir devleti rencide edici sahneler asla yer almazdı filmlerimizde. O yıllar; toplumdaki tüm kötülüklerin kaynağının yalnızca bar/pavyon sahipleriyle sınırlı tutulup, herhangi bir başka mesleğin rencide edilmesine izin verilmediği, aksini yapanların filmlerinin de acımasızca kesilip biçildiği yıllardı... Yazıldığı ülkede üç yıl sonra ortadan kaldırılan bu sansür, bizde yıllar yılı Demoklesin kılıcı gibi sallanıp durdu sinemamızın üzerinde…

Atadeniz de bu yılların adamıydı... Ancak, bizlerin çoğu zaman küçümsediği, dalga geçip eleştirme zahmetine bile katlanmadığı bu filmler, naifliğinden asla ödün vermeyen Atadeniz’in çocuksu tavrını ortaya koyan, dahası suya sabuna dokunmayan birer yetişkinlik çağının oyuncakları gibiydi... Ancak bizler, bu oyuncakların geçmiş yaşam kurgularımızın bir yerlerinde saklı olabileceğini çok ama çok sonraları keşfedebildik.

Bir yanda Yılmaz Güney’li, onu ilk kez Çirkin Krallıkla özdeşleştiren taşra izleyenleri için yapılmış her biri kültleşmiş avantür türündeki filmler, diğer yandan, bırakın Yeşilçam sinemasını bir yana, dünya sinemasında bile eşi benzerine rastlanmayan anti kahramanlı, iskelet giysili Killing’ler, uçan, zıplayan, ölümsüz adamlar, Casus Kıran’lar, Maskeli Beşler, Kara Cellat’lar… Ya da kökleri bu coğrafyaya dayanan Komanda Behçet’ler, Çakırcalı Mehmet Efe, Ebu Müslim Horasani, Jilet Kazım, Tokmak Nuri, Süper Selami ve daha niceleri... Dahası birçok yabancı filmin alıntı yapmaktan imtina etmedikleri yerli Zorro serisi ve daha niceleri…

Adlarını sanlarını pek bilmediğimiz çocukluk yıllarımızın hayal kurgusundan hayat bulup düş şatolarının perdelerini istila eden her bir dönemin, her bir yaşın, her bir kültürün içinde kendisine mutlaka, ama mutlaka karşılık bulan, uçan kaçan, vuran, kıran hasılı bizleri peşinden sürükleyen onca kahraman Atadeniz’in hiç büyümeyen, büyümek istemeyen çocuksu dünyasından bir bilet karşılığında bizlere ulaştı. Tüm filmlerinin ortak olan tek paydası ise, eğri yolda doğru yürüyenlerin zaferiydi…

Yılmaz Atadeniz’in bu filmlerden bazıları Paris’te düzenlenen bir haftada gösterilirken, o sıralar bu kentte eğitimini yapan kızıma telefon ederek, gösterildiği sinema salonunun boş kalmasından çekinerek gitmesini istemiştim. Filmlerin gösterildiği ertesi gün sinemanın önünden kızım telefon etti: Baba… Biletler günler öncesinden tükenmiş. Sinemaya girmek mümkün değil, önünde büyük bir kalabalık var…

Bazen bir şeyleri ıskalamak, farkına varamamak, yaşarken değerini bilememek, geç kalınmış olmanın hırsıyla bir yumruk gibi iniyor insanın yüreğine...

İşte o zaman yakalayabilirsen yakala çocukluluk yıllarının yarım kalmış anılarıyla yetişmişlik çağının oyuncuklarını…

Yılmaz Atadeniz’in elvedası da bu türden, öyle bi şey...

Kültür Sanat