Yeşilçamın öfkeli genci Tanju Gürsu’nun ardından
Klasik bir deyimle Yeşilçam’dan bir yaprak daha düştü. Yeşilçam’ı Yeşilçam yapan yıldızlar birer birer aramızdan ayrılıyorlar. Belki de her ayrılan, sinemamızda bir daha yinelenmesi mümkün olmayan onca filmi ardında bırakarak bir bakıma unutulmazlar arasına giriyor. Onları unutulmaz yapan yalnızca filmlerin sayısı, niceliksel zenginlikleri değil, onun da ötesinde pek az oyuncuya nasip olacak birkaç kuşağa seslenebilmelerinden geliyor. TV’nin yaşamımıza girmeden önce sinemanın toplumsal yaşamımızda en ucuz ve tek eğlence olmasının getirdiği üstünlükle bu oyuncuların beyazperde düşen hayallerini, kaç kuşak bir arada, nice zamanları onları izleyip beraber olmadı ki...
Onun içindir ki aramızdan her ayrılan da bizden biriymiş duygusunu beraberinde getirmeyi kaçınılmaz yapıyor.
Tanju Gürsu da Yeşilçam’ı Yeşilçam yapanlardan biriydi. 1962’de Ses Dergisi’nin yarışmasıyla sinemaya giren 1964 ve 1965’de rekor sayılabilecek kadar çok sayıda filmde oynayan, yaşamına iki yüze yakın filmle, dört ödül sığdıran, arda kalan zamanında ise senaryolar yazıp filmler yöneten, yapımcılıktan yöneticiliğe dek sinemanın her alanında çalışmalar yapan bir kişiydi. Sinema oyunculuğu kadar, mesleki örgütlerdeki etkin çalışmalarıyla da sektöre hatırı sayılır katkılarda bulunmuştu.
Taşradan gelerek sinema dünyasına bir yarışmayla da olsa balıklama atayan bu toy delikanlı, sonradan Yeşilçam’ın savunuculuğunu üstlenen öfkeli bir genci oldu. Öfkesi hiç dinmedi hatta giderek artarak devam etti. Kendisine özgü bir dünya görüşünün tutsaklığında soluk almaya çalıştırdığı ideolojisi, ona meslek alanında kısmi kazançlar sağladıysa da bir çok çevre ile aralarındaki mesafenin açılmasını da ne yazık ki kaçınılmaz kıldı. Hiç ödün vermeden hep aynı saflarda kaldı. Yeşilçam’ı eleştirenleri eleştirmekle yetinmedi, ne yazık ki onları bir düşman belledi ve bu duygusunu da hiç gizlemeden, açıkça meydan okurcasına her fırsatta yinelemeden de bıkıp usanmadı. Ama her kavgası, onca emek verdiği Yeşilçam’dan onu biraz daha uzaklaştırıp kendi yalnızlığı içine itmekten kurtaramadı.
Kendisiyle en son görüştüğümde -sanırım epeyce uzun zaman oluyor- kitabını yapmamamı istemişti. Ama yapmak istediği kitabın içeriği ve amacı, Yeşilçam’a emek veren bir oyuncu-yönetmen-yapımcının yaşadıklarından kaynaklan tarihe bir not düşme değil de, tam eksine bir çeşit kendisini var eden sinema sektörüyle bir ödeşmeye yönelikti. İçinde öylesine anlaşılmaz ve dinmez bir öfke vardı ki, onları birilerinden intikam almak için değil, aksine birileriyle, sevdikleriyle paylaşmak, belki de paylaşarak dindirmek, sinemamızın tarihine bir başka not düşmek istiyordu.
Onu en iyi anlatan film sanırım Halit Refiğ’le birlikte çalıştıkları Gurbet Kuşları’ydı. Bu filmde taşradan büyük kente gelen, ama kentin kimi gerçekleri karışında tuzla-buz olan geniş bir ailenin hırçın ve de öfkeli bir gencini oynuyordu. Sonrasında gerçek yaşamında da bu toy delikanlının benzer öfkesi hiç dinmedi... Hep karşı taraflarda olduk. O Yeşilçam’ı koruyup savunurken, bizleri hep koruduğu değerlerin düşmanı belledi. Ama düşmanın düşmanına yenik düşen de ne yazık ki kendisi oldu...
Keşke Yeşilçam da, onun verdiği değerin yarısını kendisine verebilseydi...