Yeşilçam'ın son filmlerinden birin izlerken...
Yıl: 2012 ya da 2013. Paris’te düzenlenen Türk Filmleri Haftası’nda avantür filmlerinin unutulmaz yönetmeni Yılmaz Atadeniz’in başta Killing olmak üzere birkaç filmi gösteriliyordu. O yıllarda orada eğitim gören kızıma telefon edip mümkünse bu filmleri izlemesini önerdim. Bu isteğim, Türk Filmleri Haftası’nda salonların boş, oraya giden yönetmenlerin ise yalnız kalabileceği korkumdandı.
Bir süre sonra kızım telefon etti: “Baba, sinemaya giremiyorum, kuyruklar o kadar uzun ki...”
Yıl 2016... 53. Uluslararası Antalya Film Festivali. Tüm salonlar, deyim yerindeyse ağzına kadar dolu. Yalnızca bir tanesi boş, hem de bomboş...
Salonun dışında, bilgisayardan çıkma, elle yapılmış birkaç afiş, bir de yönetmen... İzleyeni bekler durumda.
Salonun biraz ötesindeki kafeteryada onlarca kişi... Çoğu da Yeşilçamlı... Hepsi de sinemayı kurtarma peşinde. Bir muhabbet, bir muhabbet... Değme gitsin...
Kafe’nin biraz ötesindeki Cam Piramit’in camına yapıştırılmış, elle yapılmış, küçük boyutlu birkaç afiş ve onların önünde seyirci bekleyen 84 yaşında bir yönetmen. Filmin başlamasına beş altı dakika var gibi...
İlk gelenler biz olduk. Agah (Özgüç) ve ben... Derken birkaç dost daha... Hepsi, ama hepsi bu kadar... Sonrasında, festival izleyicisinin pek rağbet etmediği Cam Piramit’in aşağısına, yani tam aşağısına indik. Salon büyük, seyirci ise birkaç kişi...
Film başladı. Sunuşsuz... Bizlere yol gösteren genç kızımız bile en dipteki salonun kapısını açtıktan sonra çekip gitti. Kaldık mı biz bize... Onca yaşına rağmen film yapma gücünü ve de hevesini elden bırakmayan bir yönetmen, bir Agâh, bir ben, bir de birkaç tanıdık sima... Sanki elimizden kayıp giden Yeşilçam’ı tutmak, onun son yönetmeninin, son örneklerinden birinin tanıklığında bulunmak gibi bir şey. İster ağıt deyin, ister ayin... Gerisi hikâye...
Film mi izledik yoksa bir ritüele mi eşlik ettik bilinmez. Filme gelince; yoksul bir delikanlıyla, yoksul bir kızın, kötülerin kötüsü bir babaya karşın dünyaya tutunma çabaları. Ya da içindeki acıyı dudaklarında çığlık yerine gözlerinde yaş yapan bir delikanlı ile ciğerlerinden onulmaz dertlere düşmüş bir diğer delikanlının yarım kalan, tamamlanmamış, tarifsiz acılarla örülmüş aynı kızda odaklaşan onulmaz, deva bulmaz aşkları… Hani, yıllar yılı izleyip neredeyse ezberlediğiniz, ama her seferinde düş şatolarının o tüm utangaçlıkları gizleyen loşluğu içinde, birkaç damla gözyaşını, koltukların kıvrımlarına bırakıverdiğiniz o bildik, o tanıdık bir film…
Senaryosunu Safa Önal’ın yazdığı filmi yılların yönetmeni Yılmaz Atadeniz yönetmiş. Filmin adı, İkimize Bir Dünya... Gerisi yine bir hikâye... Tıpkı Yeşilçam gibi...
Perdeye yansıyan görüntülere mi üzülürsünüz, yoksa yitip giden Yeşilçam’ın peşine düşmelere mi?
Filmin dramı da tam burada başlıyor zaten... Gerisi koskocaman bir ahhh!..
Not: Bu hafta Festivalde sehven programa giren Emir Kusturica ile ilgili bir yazı yazacaktım. Ama sevgili dostum Tuncer Çetinkaya benden önce davrandı. Bu nedenle aynı şeyleri bir kez daha yinelemek istemedim. (B. E.)