Yolculuk
Gece saat 10 civarı derneğimizin içi ailelerle dolmuş vaziyette, herkeste bir heyecan, Ankara’ya gidiyoruz, başta Anıtkabir’i ziyaret edeceğiz, vakit kalırsa da kentin önemli yerlerini gezmeyi düşünüyoruz. Dostlarımızın bir kısmıyla ön hazırlık yapmak için erkenden, yola çıkmadan iki saat önce toplandık. Yolda yiyeceğimiz sandviçlerimizi hazırlıyoruz. Soğuk ve yağmurlu bir havada yola çıkacağız. Gece yolculuğunu hiç sevmiyorum. Karanlık yollarda, her şeyi örten gecenin sinsi tenhalığında yol almak içimi sıkıyor, bunaltıyor beni. Seyahatin önceden belirlenen yere bir an evvel varmak için bir koşuşturmadan ibaret kayıp bir zaman olmasını hiç istemem. Her ne sebeple olursa olsun yol alayım, ama göreyim, tatmadığımı tadayım, farklı bir lehçeyle verilen içten bir selamı duyayım, bambaşka hayatların varlığına şahitlik edeyim.
Derneğimizin içi kahkahalarla çınlıyor, yüzlerdeki mutluluk ifadeleri bu soğuk havada hem bedenimizi hem de ruhumuzu ısıtıyor. Hepimizin keyfi yerinde. Engelli aileleri için seyahat, uzak yakın neresi olursa olsun gitmek, hayatlarının tamamını geçirdikleri mekânın dışına çıkmak, nefes almak gibi bir şey… Derneğin bir köşesinden komşuları rahatsız etmemek için kısık sesle çalınan bağlamanın bazen hüzünlü bazen coşkulu nağmeleri, Anadolu’nun dört bir köşesinden gelen bu insanları memleket türkülerinin hasret kokan ezgisiyle sarıp sarmalıyor, acıları biraz daha katmerli hâle getirse de yanaklardan süzülen yaşlar huzur damlaları oluyor. Ne güzel bir manzara, ufak şeylerle mutluluğu yakalamanın onu daha da büyüttüğüne, anlamlı hâle getirdiğine tanık oluyorum.
OTOBÜSE BİNİŞ
Hazırlıklar bitti, bizi götürecek otobüs derneğimizin önüne yanaştı. Onlarca engelli kardeşimiz, belediyenin tahsis ettiği, engelli erişimine uygun olmayan otobüsle kilometrelerce hem de geceleyin yol kat edecekler. Bunun düşüncesi bile günlerdir içimi sıkıyor. Ben ve üç diğer kişi bir otomobilde, otobüsten ayrı gideceğiz. Bunlardan iki arkadaşım ve ben, tekerlekli sandalyeye bağlı olarak yaşamımızı sürdürdüğümüz için otobüs ve benzeri yüksek araçlara binemiyoruz. Aynı şekilde tekerlekli sandalyeye bağlı üç diğer arkadaşımızı anne veya babaları kucaklarında otobüse indirip bindirecekler, ki bu işin en zor, en çekilmez, en ifade edilemez tarafı… Çünkü birkaç saniyelik bu iş, saatler sürecek bir işkenceye dönüşür, yerimize oturtulduğumuzda bile başımızı öne eğip bir müddet kimsenin yüzüne bakamayız. Hâlâ üzerimizdeki bakışların sorgusunda “Neden buradayım ben de bilmiyorum” diye haykırıp kana kana ağlamak isteriz. Zihnimiz, çözümü imkânsız bir bilmeceye mahkûm, sonu görünmeyen dipsiz kuyularda gezinip durur. Ama neyse ki o gün biz bizeyiz. Kimsenin kimsede gözü yok…
Herkes yavaş yavaş otobüste yerini almaya başladı. Sırası gelenin annesi ya da babası otobüse bindirmek üzere koca çocuğunu kucaklıyor. Yorgun kolların en az kendileri kadar ağır bedenleri taşımakta hiç zorlanma belirtisi göstermemesi beni hep şaşırtmıştır. Yeni doğmuş bir bebeği kucaklar gibi, aynı sevgi ve şefkatle çocuklarını kucaklayıp yerlerine oturtuyorlar.
Hava iyiden iyiye bozdu. Böyle havalarda anılar şimşek gibi kafamın içinde çakıp durur. Gök gürültüsü çocukluğumun hep kâbusu olmuştur, nedendir bilemiyorum, bir de yanardağlar… Özellikle gecelerin getirdiği yalnızlığa karışan korkularım uykularımı kaçırır, yorganı başıma çeker, parmaklarımla kulaklarımı kapatır uyumaya çalışırdım. Hiç unutmam bir gün, gecenin bir anında uyandığımda annemi yatağımın ucunda oturuyor gördüm. Böyle havaların beni ne kadar korkuttuğunu bilirdi, belli ki uzun süredir başucumdaydı, çünkü tan yeri ağarmış, hava düzelmeye başlamıştı, oturduğu yerden kalktı, saçlarımı okşayarak munis bir sesle “Hava düzeldi, korkma” deyip çıktı. O korkuları şimdi yaşamasam da gök gürültüsü duyduğumda elimde olmadan hâlâ ürker, anılara savrulurum... Şimşeğin çakışıyla motorun çalışması birbirine karıştı ve ağır ağır hareket etmeye başladık. Temennim otobüs şoförünün aksi, sevimsiz biri olmaması. Taşıdığı yolcuların durumunu anlayamayan şoförlerle daha önce yaşadıklarımız aklıma gelince korkuyorum.
MOLA YERİ
Bizim yolculuğumuz çok keyifli başladı. Şoförümüzün konuşkanlığı, otomobilin içini kahkahaya boğan esprileri yolculuğumuzun iyi gideceğini gösteriyor. Yağmurun ıslattığı yollara vuran farlar, yılan gibi kıvrılan asfaltın üzerine halı gibi serilirken, zihne abanan zifiri karanlığa inat, aydınlığı yolumuzun üzerine cömertçe serpiyor. Yol boyunca karanlığa gömülmüş sağlı sollu binalar, çırılçıplak kalmış ağaçlar, tepeleri dumanlı dağlar ses etmeden yanımızdan hızla geçip gidiyorlar, hareketimizi, yolculuğumuzu, duygularımızın tamamını sanki onlar yüklenmiş de bir meçhule taşıyorlar kendilerini… Zamanın hızla tükendiğini önümüzde giden otobüsün üçüncü defa mola yerine yönelmesi ile anlamış olduk. Otobüsten inebilen herkes ihtiyaç gidermek için tesislere daldı. Çay, sigara içtiler, hava aldılar. Sonra otomobilin yanına, bizimle sohbete geldiler, biz içeride onlar dışarıda kahkahalarımız gecenin karanlığına karıştı… Ama hiç kimse ihtiyaçlarımızla ilgili bir şey sormadı, kasıtlı değil, saatlerce arabadan inmeden ihtiyacımızın nasıl giderildiğini hiçbir zaman çözememenin alışılmış şaşkınlığı içerisinde yine suskun kaldılar. Aşağıya inemeyen arkadaşımın otobüsün camından müstehzi edalarla bana gülüşünü, “Şu hâlimize bak” diyen bakışlarını hiç unutamadım. Evet, saatlerdir engelli erişimine uygun olmayan bir araçta seyahat etmek zorunda kalan bu insanların işkenceye dönüşen yolculuklarının sorumlusu bendim.
Hedefe vardığımızda tekerlekli sandalyelerimiz otobüsün bagajından çıkarıldı, getirildi. Yağmur dinmişti. Dışarı çıkınca mis bir gibi havaya ve özgürlüğümüze kavuştuk…