Yunus, Can Yunus...
Yücelerden yüce gördüm buğday yüzlü Yunus’u; eğmiş başın akıp gidiyor öksüz, su gibi; su da çünkü öyle aziz; eğip başını geçer her yerden ama tertemiz. Ne varlığa sevinir Yunus, ne yokluğa yerinir, süt dişleriyle Türkçenin... Elif okumuş, pazar eylemiştir; tartar gül ile gülü...
Bir uçurumda yatar Yunus. Yüksek tepelerden inilir yattığı yere, uçurum kıyısından seyre durur çocuk Anadolu’yu. Gece yarısı yaylı arabalar, korkulu yollar, sarsıla düşe varılır kıyısına, dolanıp bütün yukarı illeri. Toz dumandır, yarasına büyülü sözler basar. Acır mı? Acır tabii. Daha Pir Sultan gelecektir, menevişli; Cemal Süreya’nın şiirince sütbeyazdır Ayvaz, kan kırmızı Köroğlu. Boğazında düğümlü şiiriyle Yunus: Bir kuru ekmekle doymuş, ötede dertli dolap dönmekte, eğirip zamanın iplerini. Çıkmış karı kocalıktan, mal mülkten, para puldan; çıkmış posttan dervişten, kapusundan Taptuk’un, yapayalnız; Âşık Paşa’nın oralardan, Oğuz lehçesiyle. Sıtmadan ölen çocuklar köylerde, kızamıktan; kızamuk derdi Atuf Kansu, bildin mi; oralarda Yunus. Erik ağacına çıkıp üzüm yenilen yerde. Olur mu deme; varlık, işaret eder her varlığı başka hallerde.
18 Kasım 1941 tarihli mektubunda Bedri Rahmi’ye bak, yolda canının erik istediğini, manavdan aldığını, aldıktan sonra yemek istemediğini fakat tutkusunun midesinden çok düşüncesinde sürdüğünü anlatır. Demek der, bir ben vardır benden içeru diyen Yunus doğru. Devam eder: “Yunus’u düşündüm. Yunus da bir can eriği değil mi? Dediklerini güzel buluyoruz da, yapamıyoruz. Halbuki yapmak elimizde. Derviş olmak için özel bir yeteneğe gerek yok. İstemek, isteyebilmek yeterli. Ama istemiyoruz. Dervişlik bizi tatmin etmiyor. Onun hasretiyle kalmayı tercih ediyoruz.” Belki de.
Dervişler uçar, kuşlar deniz kenarın kışlar, demiş Yunus. Kolay mı dervişlik. Kolay mı karıncaya ulu nazar. Öyle ya, er odur ki alçakta dura, yüceden bakan göz değil demiş. Bir kez gönül yıkanın, şu kıldığı namaz değil demiş. Danişmentle âlimin medresede bulduğunu, harabatta bulmuş canım pir. Dört kitabın manasına gitmiş. Porsuk kıyısında sinekli, sarı akşamlar. Birin, birliğin peşinde Yunus. Kerpiç damlarda tüy hafifi uykular. Dost elinden avare. Yükü cevher, tuz değil. Yoğurmuş o güzel Türk dilini, elleriyle. Bir gün yalan söyleyen sonra bin gün utansın demeye getirmiş. Okumuş aşk kitabın; okullarda söylenmeyeni bilmiş. Çatlak yolların, kurumuş toprağın, ince kavağın... Karıştırma sakın; şol cennetin ırmaklarını yazan, Bursalı Âşık Yunus’tur; asıl Yunus değil. Bu toprakta Yunus çok. Bizim Yunus “cennet cennet dedikleri / birkaç köşkle birkaç huri / isteyene verin onu” diyendir.
Bu denize düşen ölür, demiş Yunus, düşmüş de yanmış. Aşk dininden derviş... Bu aşk da senin bildiğin değil, başka hesap bu iş. Mezhepler, inançlar üstü kimi zaman. Orta Asya'da Ahmet Yesevilerin açtığı çığırı, dehayla yoğurup Anadolu’da sürdürmüş hikmetini. Farsça yazan Mevlana gibi “hazreti” değil, Türkçe Yunus. Sadece o’dur o, aydan arı, biçare; kin tutmamış kimseye. Okuma yazma bilmez değil, aksine iyi öğrenim görmüş. Tefsir, fıkıh, Yunan, İran mitleri, astronomi, yöntembilim, edebiyat, Arapça, Farsça; çağının aydın, ileri kişilerinden Yunus, garip. Yanmaların değil sade, söylemelerin de ustası. Şiirinde kurduğu mimari yapıyı değiştirebilmek çok zordur, bu bağlamda usta mimarmış. Hepimiz bir olsak Yunus etmeyiz de Yunus hepimiz için bir şeyler söylemiş. Yanıklığımız, yangınlığımız, tertemiz kumaşlara sardığımız süt beyaz dilimiz; ustamız, babamız can Yunus... Küçük kaygularla değil, büyüklerle beslenen, halkını seven, halkının sevgilisi, insanca, Yunusça seven, garipler garibi, dostlar dostumuz...
Bedeni öd ağacı gibi yanarmış Yunus’un, tütünü göklere seher yeliymiş. Fakir de bir hikâyesinde kullanmıştı bu dizeyi. Derdi, sevdasından ağırmış. Kuruyup yaş olan, kanatlanıp kuş olan, gönlümüze eş olan. Bir çeşmedir Yunus, içip de kanılmayan, doyulmayan. Batıda Proudhon’dan geldi sanırım değil mi ilk çığlık, “mülkiyet hırsızlıktır” demişti mesela; artı değeri, sermayeyi, önümüze Marx sermişti değil mi formüllerine varana dek. Onlardan yüzlerce yıl önce, kim dediydi “mal sahibi, mülk sahibi / hani bunun ilk sahibi” diye. Bilelim değil mi Yunus!
İnsanın içi imaret olmadığında, dışındaki mamur nedir diye sormuş Yunus. Ete kemiğe bürünmüş, bize öyle görünmüş. Şimdi mezarında, bir eli başının altında, öteki eli kalbinde uyumaktadır hâlâ. Öyle sevilir ki her yerde bir mezar vardır adına koca Anadolu’da. Erzurum’da, Bursa’da, Konya’da, Isparta'da ve Eskişehir’de. Bizim hepsi. Bilenlere selam olsun, bilmeyen ne bilecek onu.
2021’i, Yunus yılı ilan etti UNESCO. Ben de Aydınlık’taki dördüncü yılıma, bu ulu şair bilgeyle başlamak istedim. Türk dilinin piriyle. Türkçe edebiyat konusunda başlattığımız tartışmadan bu yana saçmalayanlar anlamayacak. Geçen Feridun Andaç’ın Aydınlık’ta; Yiğit Bener’in Artı Gerçek’te yazdıkları doğruladı bunu. Hele Bener’in yazısı korkunçtu. European Endowment for Democracy’den fonlanan bir siteye oldukça yakışan bir yazı aslında. Bu konu, mösyöye birkaç gömlek büyük gelmiş, görüldü. Geçelim.
Madem 2021 Yunus yılı, mesele gelip şuraya dayanır: Bakalım bu yıl dünya bu büyük şairi anarken bizim görece solda konumlanmış kimi edebiyat dergileri ne yapacak? Türkçe edebiyat ne halt edecek? Yunus’a borcumuzu ödeyebilecek miyiz? Dünyanın, okumak için Türkçe öğrendiği adamımıza ne kadar vefalıyız bakalım? İktidarı muhalefeti fark etmez, bakalım ne yapacağız...
Sekiz asır öncesinden şu koronalı, muazzam 2021’imize hoş geldin yüce Yunus!