‘Yüreğimdeki Ülkem’ diyebilmek
Yaşanmadan, hissedilmeden söylenemeyecek sözler vardır. Derinlik isteyen bir bakış/düşünüş anlamını oradan alır. Eğer bundan yoksunsanız yapaylık sırıtır. Edelin her söz, dile getirilen her düşünce iğretidir. Çünkü yaşanmamışlık, zamanın ruhunu ruhunda sindirmemişlik kendini belli eder her durumda.
Isabel Allende’nin “Yüreğimdeki Ülkem” kitabını yıllar önce okuduğumda yurdundan sürgün edilen birinin özlem duygusuyla yüzleşmemiştim yalnızca; bilincinde/ruhunda, hatta teninin altında derin biçimde yer eden ülkesinin her bir varlığını nasıl hissettiğine de tanık olmuştum adeta.
Şimdi, “Bir Zamanlar Kemaliye (Eğin) Son 50 Yıl” kitabını okurken Lütfi Özgünaydın’ın benzer duyguya kapıldığımı söyleyebilirim.
Üstelik, Özgünaydın, doğup büyüdüğü ve yıllar sonra ayrıldığı yere kitabıyla dönerken, aslında oradan hiç kopmadığını gösterir bize.
Evet, çektiği fotoğraflarla hatırlanan sözlerle yaşama yurdu coğrafyasına dönüyor. Fotoğrafın tanıklığında çıkardığı bellek yolcuğunda o yaşanan ve hissedilen zamana döndürüyor bizi.
Tıpkı Allende’nin sözcüklere döküp dillendirdiği özlemi, bir insanın ülkesine bağlılığının ne anlam içerebileceğini bu kez Özgünaydın kendi bakışı/tanıklığıyla bize hatırlatıyor.
Bakmayın onun “dağarcığımda ne kalmışsa onu yazdım” dediğine; objektifinin bu elli yıl boyunca getirdiği tanıklık bir yurt coğrafyasının her bir gerçekliğini bize anlatıyor.
İnsan ve öyküleri...
Yaşanan zamanın rengi soluğu...
Mekânın ruhun...
Akıp giden zamanın içindeki hayatın devinimi...
Ve Kemaliye/Eğin’in yarım yüzyıllık tarihindeki değişim.
Özgünaydın bize “Taş Yolu” kitabında anlattığı “Eğin öyküleri” bu kez belgesel bir kitapla yeniden yazılıyor aslında.
Hele Taş Yolu Karanlık Kanyonu’na sizi götürmesi, ki oraya dair ilk anıları şöyle dillendirir:
“İlkokula gittiğim 1950’li yıllar... Bizim köyden ustalar, işçiler Taşyolu’na çalışmaya giderlerdi. Yürüyerek Eğin’e oradan Taş Yolu’na. Kompresörle taşları delip dinamitle patlatıyorlar ve öyle açıyorlarmış yolu.(...) Cevdet Gürbüz anlatırdı kayalara asılırdık derdi. Kayalar dimdik. Sarp mı sarp... Fırat tabanda çağlıyor, yaban hayvanları yurt tutmuş bu ıssız vadiyi...Taştan taşa atlayıp sekilerdeki kırtıl otlarını yiyorlar geyikler. Kartallar, beyaz kanatlı akbabalar pike yapıyor Fırat’ın sularına ara sıra avcılar gelmese tüm vadi onların.”
Ve daha nice söz, nice insan anısı... Zamanın birikimini taşıyor bize Özgünaydın. Orada bir yerin güzelliği var, bir yere bağlanmanın derin anlamı...
Onun fotoğraflara yansıttığı ise bir yerin tarihidir aslında. Akıp giden zamanın içindeki değişimi de adım adım gözleriz.
Bir yer, bir coğrafya insanı kendinde nasıl/niye tutar ve o insanı sonra kendinden nasıl/niçin ayırır... Ve ayrılıp gittiğinizde sizde oradan neler kalır...
Özgünaydın, Kemaliye’ye (Eğin’e) bu kitabıyla dönerken aslında içinde yaşattığı bu yerin bütün ruhunu dokusunu getirip gözler önüne seriyor. Bunları da yer yer sevgiyle, sevinçle, buruklukla anlatıyor. Yurdun bu saklı köşesinin nasıl bir doğasal/kültürel birikim taşıdığını gösteriyor bize.
Evet, sanırım “yüreğimdeki ülkem” diyebilmek için yalnızca “seviyorum” demek yetmiyor. O yerin taşını toprağını, kuşunu, havasını, suyunu..her bir şeyini bilmek, öğrenmek, yaşamak, yaşatmak gerekiyor.
Lütfi Özgünaydın işte “benim Kemaliyem” derken de böylesi bir bakışı, birikimi taşıyor size.