Yusuf Kurçenli’nin ardından-(TAMAMI)
Yusuf Kurçenli'yle son kez Erzurum Film Festivali'nde bir araya gelmiştik. Uzun süreden beri cebelleştiği o amansız hastalığın pençesinden kurtulmuş gibiydi. Ya da bana öyle geldi. Yüzünde ve konuşmasında, yenmiş olduğunu sandığım hastalığın izleri yerine, gelecekteki projelerini bundan sonraki yaşamına sığdırabilmenin bir heyecanı, biraz da telaşı vardı sanki. Protokol gereği aynı masada, Erzurumlu birkaç bürokratla birlikte yemek yedik. Daha doğrusu yemek yerine birbirimizi yemeği tercih ettik. O günlerde 23 Nisan bayramının kutlamalarında yapılacak değişiklik söz konusuydu, bürokratlar bu değişimin günümüz koşullarına uydurulup yeniden düzenlenmesi gerektiğini söylerlerken, Yusuf'la ben aksini savunup, bu düzenlemenin ardındaki niyet ve gerçekleri dile getirmek istedik. Ama biraz yüksek sesle...Onlar ev sahipliğini, bizler de konukluğumuzu unutunca nezaket kurallarını tabaklarımızın yanına koyup, yemek yerine birbirimizi yemeği tercih ettik. Bu olay belki de Yusuf'un kavgalarla kuşatılmış yaşamının son kavgasıydı. Bedeni direncini kaybetmiş gibi görünse de, yüreği ve düşünceleri o kadar diri, o kadar aydınlık ve o kadar da canlıydı ki...
Yusuf Kurçenli'yle uzun bir süre onun yönettiği Antika Talanı belgeselinin yapım öncesi ve çekim aşamasında birlikte çalışmıştık. Benim için "zor adamsın, hem de çok zor" derdi. Az kavga etmemiştik. Ama o da zor adamdı. Ödün vermez kişiliğinin damarları Karadenizlilikle birleşince, onunla tartışmak ayrı bir heyecan olur, ama sonu hep tatlıya bağlanırdı. İnadı denli dürüstlüğü ve koşulsuz kabullendiği insan sevgisi de yalansız, dolansız ve ödünsüzdü. Onu tanıyanlar çok iyi bilir, tanıma olanağını bulamayanlar ise bir kez daha yönetip, kimilerini yazdığı filmlerine baksın... İnanın onlar da benim tanığım olup benzer sözleri fısıldayacaktır sizlere...
Bizim sinema ortamımızda bir yönetmenle, bir sinema eleştirmeninin ortak paydada buluşup dost olabildikleri pek nadirdir. İşin doğası hep karşı karşıya kaldıklarından, aralarında bir mesafe, bir uzaklık, tuhaf bir yabancılık vardır. Ama Kurçenli bu yabancılığı daha ilk çalışması olan TRT'deki At Gözlüğü filmiyle ortadan kaldırıp, ardından yaptığı ilk uzun metrajlı filmi Ve Recep, Ve Zehra, Ve Ayşe ile sonrasında, biraz da kendi yaşamından esintiler içeren Merdoğlu Ömer Bey'le bir sıcaklığa dönüştürüverdi. Ardından Gramofon Avrat, Karartma Geceleri, Çözülmeler, Gönderilmemiş Mektuplar ve Yüreğine Sor filmleri geldi... Kimi filmleriyle kendini aşıyor, kimilerinle kendini yineliyor, kimileriyle de düş kırıklığı yaratıyordu ama, sinemayı yaşam biçimi yaptığından asla pes etmeyip, adeta kendi kendiyle yarışıp en kusursuzunu arıyordu.
Her film gibi, onu yaratanların da bir sonu olabilir mi? Hiç sanmıyorum. Çoğu sanatçının sonu hiç olmuyor. Onlar hep, geride bıraktıkları yapıtlarıyla yaşayıp yaşatılıyor.
Belki de sinemanın o anlatılmaz, betimlenmez, yaşadıkça sevilip, sevildikçe da yaşanıp yaşatılan büyüsü buradan geliyor.
Bizlere bu büyüyü, armağan ettikleri yapıtlarıyla daha da çok sevdiren, o güzel insanları unutmak, unutabilmek ne mümkün?