Zaman ayarları ruh karmaşası
Bakışlara sünen ne varsa adsızlaştırıyoruz şimdi.
Bir yakıştırmadır gidiyor.
Dilde evelenip gevelenen söz, hınca bürünen öfke belli ki!
“Enkaz” gözün gördüğü mü yoksa algının yetmediği mi?! sormak gerekiyor şimdi.***Çünkü, ayarı yitiren zamanın eşiğindeyiz.
Okuduğum bir kitaptan altını çizdiğim satırların yolculuğundayım:
“Politik aktörlerin nezdinde, Sykes-Picot Anlaşması ve müttefiklerin ihaneti, tarihin sayfalarında kalan referanslar olarak durmaktadır. Eğer bugün bölgedeki devlet düzenleri yıkılma tehlikesi altındaysa, bunun nedeni her şeyden önce nefeslerinin tükenmiş olması ve kendi bünyelerinde barındırdıkları devam etmesi imkansız iç çelişkileridir.” (Işid Tuzağı, Pierre-Jean Luizard, Çev.: Yasemin Özden Charles)***Bir nefes gibiydi...
Tükenecek diye de bakamazdık ona. İmgesiyle var olan her şey biraz da öyledir çocukluk ruhumuzda.
Her büyüyememe buluşamamadır aslında. Sünüp bir yerde kalma, erişememe... Bir döngüde yaşamak tutar insanı bir yerde. Orada yaratılan doğruları hayatın ve yaşamanın doğruları sanır.
Güzeli görememek, kendi gölgendekini benzersiz sanmaktır biraz da!
Şimdi bu kıran bakışı, ölgün sözü, doğmayan güneşi, değmeyen duyguyu nasıl anlatmalı ona?
Çağlar ötesi bir bakışın çağcıl görüşü bir tufan oysa. Değince bilinci alevlendiren üstelik:
“Ne güzeldir denizi döven fırtına dalgalarını,
Başkalarının çektiği acıyı gözlemek kumsaldan!
Sevinç kaynağı değildir başkalarının derdi, ama
Bambaşka bir sevinçtir, kendinin dertten uzak
Olduğunu düşünmek. Ne güzel savaş alanında
Düşman orduları gözlemek, sen ölüme atılmıyorsan!
Ama uzak bir yere çekilmektir tatların
En güzeli. Sımsıkı donanıp bilge kuramlarıyla,
Yücelerden, yaşama çıkış yolu arayanları süzmek:
Amaçsızca tartışanları, gece gündüz, akılalmaz
Bir çabayla öncelik kazanmaya çalışanları,
Servetin, zenginliğin doruğuna varmayı
Ve dünyaya söz geçirmeyi kuranları.”
(Evrenin Yapısı, Lucretius; Çev:: Tomris Uyar-Turgut Uyar)***Şimdisiz bir yarın var mı, sorun ona. O süzülen öze, dolanan yüze.
Hani kemkirerek konuşmak vardır ya; o öfke baladı dolanıyor dilinin bükümüne.
Nerden getirmeli sözü; susuzluk hangi kapının aynası, keder hangi yoksun bakışın dili...
Evet, kutsallaştırılan her şeyin bir nedeni var; yıkımı göze alınsa, nereden başlayacağı düşünülse de; bunsuz edemiyor insan.
Şunu diyordu ya Mircea Eliade:
“Geleneksel bir toplumun yapısı ne olursa olsun -ister bir avcı-çoban toplumu, ister bir çiftçi toplumu, isterse kentsel uygarlık düzeyine ulaşmış bir toplum-, konut bir imago mundi oluşturması ve dünyanın tanrısal bir yaratı olması nedeniyle, her zaman kutsallaştırılmıştır.” (Mircea Eliade, Kutsal ve Dindışı, Çev.: Mehmet Ali Kılıçbay)***Şunu yazmıştın bir yere:
Bir araya gelince sen ve ben olamıyoruz. Seni o kadar arzulamama rağmen, dokundukça tenime beni hissizleştirmeni hiç düşündün mü acaba?
Kaygılarla örülen hayatların çoğaldığı günlerdeyiz.
Bunu görmek için üçüncü sayfa haberlerini okumak yeterli. Dönüp iç yıkıntılarımıza bir de.
Asıl “enkaz” nerede bunu görmeli derim.
Ruhu sığlaştıran yaşamaların nasıl bir kamaşmanın girdabında debelendiğini görebilmek için evet, içimizdeki “enkaz”a bakmalı önce...