22 Aralık 2024 Pazar
İstanbul
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Mersin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Zihin açıklığı

Ferhan Bayır

Ferhan Bayır

Eski Yazar

A+ A-

İnsanın varoluşunun tuhaf bir özelliği, yakın geçmişini en hızlı biçimde unutmasıdır. İnsanın gözünün önünde duran bir şeyi bulamadığında yaşadığı şaşkınlığa benzer bu durum.

Belki ileriye doğru cesaretle adım atabilmek için insan, en yakın geçmişindeki yıkımları unutur, unutmak ister. Yeni başlangıçlar için, uzakta kalmış geçmişin kayıpları hatırlanır yalnızca, tatlı bir gerilim hissedilerek. Uzak geçmişte anımsanan acılar, açık denizlerden gelen rüzgâr gibidir, uğultusu baş ağrısı yapsa da serinlik hissi bedeni gevşetir.

Toplumsal kriz dönemlerinde insanın bu yönü iyice belirgin hale gelir. Krizin yarattığı belirsizlik insanın tüm bedenini sarar, tüm uzuvları katılaşır. Şimdiki zamanda hiçbir çıkış yolu bulamayan, yeryüzünde kendisini kaybolmuş hisseden insan, atalarının atlatıp üstesinden geldiği uzak geçmişteki krizleri hatırlayarak biraz olsun gevşer.

Zihin açıklığı - Resim: 1

Ekonomik kriz hayatını alt üst ederken o, uzak geçmişteki 1929 Buhranı ile ilgili makaleleri merakla okur fakat 2008 yılında tanıklık ettiği ve bizzat etkilendiği krizi anımsamaz.

İnsanlık onurunun karartıldığına tanıklık ettiği, ülkesini ve bölgesini yıkıma götüren Irak ve Suriye savaşını neredeyse unutmak üzeredir, ancak dünya savaşlarının tüm detaylarını doyurulmaz bir iştahla öğrenir.

Filistin’de hala devam eden katliamları ancak günlük haber akışında denk geldiği zaman anımsar, fakat uzak geçmişte kalmış utanç yıllarını hatırlayarak insanlığın acısını paylaştığını düşünür.

Bundan dolayı insan, içinde yaşadığı krizi doğuran nedenleri göremez. İçinde bulunduğu krizin kaosunda yolunu kaybedince, bugünkü sorunlarını çözebilecek, şimdinin içinde henüz açığa çıkmamış olası seçenekleri göremez hale gelir.

Böylelikle bugünkü krizi aşacak, sorunları çözecek anahtar, tarihin karanlık geçmişinde aranır. Bu arayış bir anlamda sevimli bir maceradır.

Yaşanan salgının aşısını bulmak yerine, ilkçağ medeniyetlerinde kaybolmuş ölümsüzlük iksirinin peşine düşmek gibidir. Bugünün sorunlarına çözüm üretmek meşakkatli ve zordur fakat geçmişin gizemli karanlığında saklı defineyi bulmak her zamana daha çekici ve zevklidir.

SİYASAL BİLİNCİN KAYBI

İnsanın bu masum zaafı sistem tarafından sürekli kullanılır. Sistem her kriz durumunda sürekli uzak geçmişi anımsatır topluma. Böylelikle bugünün çelişkileri ve çatışmalarıyla yüzleşerek, sorunların somut nedenleri ortaya koyularak, var olan sistemin açmazlarını aşıp yeni bir toplumsal sistem yaratma hayalleri ve imkânları engellenir.

Örneğin ‘tarihle yüzleşmek’ diye toplumun içinde bulunduğu, yaklaşmakta olan felaketlerin üzeri örtülür, toplumun yıkıma karşı önlemler almasına, çözümler üretmesine set çekilir.

Alman toplumu on yıllardır kendi tarihinin utanç dönemiyle yüzleşmekte, ne var ki bugün yükselen ırkçılığı sessiz, çaresiz, pasif biçimde izlemektedir. Yükselen ırkçılık karşısında, sorunun kaynağı olarak yeteri kadar geçmişin öğretilemediği, tarihle yüzleşmenin gerçekleşmediği iddia edilir.

Sürekli eşitsizlikler yaratan kapitalizmin, dindirilmez bir arzuyla yayılan emperyalizmin ırkçılığı canlı tuttuğu gerçekliği perdelenir.

Yakın geçmiş bilinçli olarak unutturularak, dünün failleri aklanır, suçlular kanatları koparılmış, insanlık için bedel ödemiş melekler olarak sunulur.

Yaşadığımız ekonomik yıkımın baş sorumlusu Babacan, mutfağımızı aydınlatacak ampul gibi parlatılır. Suriye’nin yıkımına neden olan, ülkemizin ve tüm bölgenin savaş alanına dönmesine neden olan Davutoğlu, ağzında zeytin dalı taşıyan barış güvercini olarak gökyüzünde süzülür.

Yakın tarihimizin en demokratik ve özgürlükçü hareketi Gezi eylemlerini suçlayarak sırt çeviren, meydanları dolduran insanları ‘darbeci ilan’ eden, hendekler kazarak toplumsal barışı baltalayan Demirtaşlar, özgürlük abidesi gibi kutsanır. Topluma hümanist edebiyatçı olarak takdim edilir.

Yakın geçmişin unutturulması, toplumu öylesi manipülasyona açık hale getirir ki, ‘Gelecek Partisi’ insanların geleceğini gölgelemesine, ‘Deva Partisi’ insanların dertlerinin kaynağı olmasına rağmen çıkış kapısı gibi işaret edilir.

Düne kadar Çankaya’ya çıkmaması için mücadele verilen, her resmi daveti protesto edip resepsiyonuna gidilmeyen Gül’e, tarafsız, sağduyulu ve partiler üstü bir şahsiyet olarak onur payesi verilir.

ENGİZİSYONDA YARGILANAN AHLAK

Yakın tarihin unutulduğu, unutturulduğu toplumlarda, krizlerin de ortaya çıkmasıyla, insanların kavrayışları sekteye uğrar. Halk deyimiyle, kitlelerin basireti bağlanır, insanlar muhakeme yeteneğini kaybeder.

Zihnin bulanıklaşması sonucu doğru-yanlış, gerçek-yalan; güzel-çirkin gibi değerlerin neye göre, hangi ilkeye göre tanımlanacağına dair belirsizlik, krizin belirsizliğinde nihilist tutuma dönüşür.

Değer yargıları arasında tüm uzlaşmaz ayrılıkların önemsizleşmesiyle birlikte siyasi etik buharlaşır. Kimin hangi ahlaki ilkeden hareketle siyasi tavır aldığı sorgulanmaz ancak ironik biçimde herkes birbirini ahlaksızlıkla suçlar.

Siyasi etiğin kaybolduğu yerde pragmatizm kutsanır, kıvraklık bir yetenek, dolandırıcılık zeka, yalan söylemek retorik başarı olarak değerlendirilir. Her yol mubahtır, yeter ki siyasi hasım yere düşsün.

Bu nihilist tutum kaçınılmaz olarak siyasi karamsarlığı beraberinde getirir.

Demokrasinin hiçbir zaman bu topraklarda kök salmadığı, ekonomimizin yüzyıllardır kötü olduğu, bürokratik yozlaşmanın ve liyakatin yokluğunun Selçuklu ve Osmanlılardan bu yana devam ettiği karamsar biçimde tekrarlanır.

Siyasi etiğin yokluğunda, karamsarlık kaderciliğin halesiyle taçlandırılır.

Bugün var olan çelişkilerin yeniliğini kavrayamayan insan, bu çelişkileri aşacak yeni çözümler üretemez. Kafası arkaya bakarak koşan insan ya tökezler ya da duvara çarpar.

Zihin açıklığı - Resim: 2

Ne yazık ki bugün toplumun önemli bir kesimi duvara doğru koşmaktadır, hınç ve nefretle dolu.

Siyasal yaşama nefret bulaştığı zaman, düşmanının düşmanı dost olur ki, siyasi etiğin imha edildiği nokta burasıdır.

Carl Schmitt, siyasette ‘dost-düşman’ ayrımı yaparken kuşkusuz ilkeleri belli, ahlaki sınırlar içerisinde, tarafların durduğu cephelerin net olduğu siyasi mücadeleden bahsetmektedir.

Etik felsefesinin ‘en yüksek iyi nedir’ temel sorusuna cevap olarak kurulmuştur bu topraklarda Cumhuriyet.

Cumhuriyetin temel siyasi ve ahlaki ilkelerinin unutulduğu bu dönemde, bu ilkeleri hatırlatanlar bizzat cumhuriyeti savunduğunu iddia edenler tarafından taşlanmaktadır. Cumhuriyetin ideallerini yeniden yaratmak isteyenler, kendisini cumhuriyetçi olarak tanımlayanlar tarafından sahte peygamber ilan edilmektedir. Yaşamakta olduğumuz trajedi budur.

Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler eserinde, İvan Karamazov karakteri çarpıcı bir hikaye anlatır. Yüzyıllardır beklenen İsa yeryüzüne yeniden iner, kutsal kitapta yazılan anlatılan birçok mucizeyi gerçekleştirir. Ölüleri dahi diriltir. Fakat kilise, İsa’nın gelişinden o derece rahatsız olur ki, binyıldır beklenen kurtarıcıyı engizisyonda yargılar. Bir toplumun yaşadığı ahlaki çöküş bu denli sarsıcı betimlenebilir.

Bugün öyle bir çöküş dönemi içindeyiz ki, Atatürk yeniden gelip Samsun’a çıksa karşısına ilk bu cumhuriyetçiler dikilecektir.