Zorunluk ve özgürlük
Kuşkusuz derin bir konu, biz şunu söylemekle başlayalım ve yetinelim: Kapitalist dünyanın çalışma pratiği kişisel gelişimi temellendirir. Çünkü çalışma, çalışanı ya da emekçiyi, çalışma alanı neresi olursa olsun, bir, çalışma arkadaşlarına yani birlikte çalıştığı emekçilere ve iki, çalışmanın bilgisine bağlar. Bununla birlikte çalışmanın zorunlukla özdeşleşmesi yabancılaştırıcıdır.
Marx’ın bu konuda hatırlamaya değer bir sözü var:
“Zorunluğun egemenliği daima varlığını sürdürür. İnsan güçlerinin gelişimi bu egemenliğin ötesinde başlar; insanın amacı budur, özgürlüğün gerçek egemenliği budur, ama ancak bu, zorunluğun egemenliğine dayanarak gelişebilir. İş gününün azaltılması temel koşuldur.”
Burası önemli; Marx’a göre özgürlük zorunluğun ötesindedir ama özgürlük zorunluğu ortadan kaldırmaz, zorunluğa dayanır. Bu teorik çıkarımı “boş zaman” kavramına uyarladığımızda, çalışmanın zorunlukla özdeşleşmesi gibi boş zamanın da özgürlükle özdeşleştiğini savlayarak şunu söyleyebiliriz: Boş zaman, zorunluğun dışında olan zamandır ve zorunluğun dışında olduğu için özgürlükle özdeşleşmektedir. Ancak boş zaman, zorunluğa dayanarak “gelişebilir”. Bu açıdan boş zaman kavramı belli bir noktaya kadar özgürlükle özdeşleşir, kapitalist dünyada. İşte tam burada, Marx’tan yaptığımız alıntının son cümlesi devreye girer: “İş gününün azaltılması temel koşuldur.”
Kendimizden de biliyoruz, insan, yoğun bir çalışmanın, çalışma sonucu yorgunluğun ya da gergin geçen günlerin ardından, sadece kendisine ait olan bir “boş zaman” arıyor. Aslında bu bir başka açıdan mutluluk arayışıdır. İnsanı zorunlu (yabancılaşmış) çalışma mutlu etmiyor. Burjuva dünyası, diğer bütün insan faaliyetlerini de zorunlu çalışmaya dâhil ettiğinden, insanın bu mutluluk arayışı, boş zamanı yaşamdan koparmakla sonuçlanabiliyor. İnsan, belki de modern insan demek gerekir, çalışma hayatının, ailevi yaşantısının ya da arkadaşlık ilişkilerinin “dolduramadığı”, onların dışında olan şeyi, boş zamanda bulmayı tahayyül ediyor. Boş zaman, böyle bir “boş zaman”a dönüşüyor. Demek ki boş zaman, hem bir takım zorunlukların “dışında” tahayyül edilmesi nedeniyle hem de yaşamın diğer faaliyetlerinden kopuş anlamında, iki yönüyle de mutluluk kavramıyla eş değerdir modern insan için.
Ama boş zamanın bu iki yönü birbiriyle çelişmekte. Birbiriyle çelişen iki teori aynı anda doğru olamaz. Öyleyse bu iki yönün sonucunun aynı mutluluk çıkarsamasıyla tarif edilmesi de mümkün görünmüyor. Çünkü bu boş zaman tanımlarından biri “yapay bir boş zaman dünyası” ya da “boş zaman yanılsaması”. Onun sonucunda elde edileceğine inanılan mutluluk da yapay ya da yanılsama mutluluktur. Bu “mutluluk”, insanın mutluluk arayışını tatmin etmek için, daha doğrusu, mutluluk yoksunluğunun yarattığı tatminsizliği sömürmek için, burjuva dünyasının egemenlerinin büyük buluşu olmalı: Yabancılaşmış çalışmanın mutlu etmediği insanın mutluluğu bulacağı boş zamanı da yapaylaştırmak…
Böylece modern insanın mutluluk arayışı yapay/sahte bir “boş zaman”la sonlanıyor. Bu “boş zaman”, gerçek anlamda boş zaman olmadığı için yapay/sahte. Ancak bununla da sınırlı değil. Gerçek anlamda boş zamanın yerini doldurduğu ve böylece denetim dışı bir bilincin oluşarak sistem karşıtı bir enerjiye dönüşmesini engellediği için pasifleştirilmiş bir zamanı da ifade ediyor. Ve bu iş için kapitalizmin “boş zaman makineleri” var.
Boş zaman makinelerinin, kapitalist dünyada, özgürlük tahayyülü olarak boş zamanın zorunlu çalışmanın ayrılmaz bir parçası hâline gelmesinde üstlendikleri rolü, herkes bağımlılıklarını gözden geçirerek kavrayabilir. Ancak, “iş gününün azaltılması”nın, hatta ortadan kalkmasının koşullarını doğuracak teknik gelişmelerin başka bir toplumsal formasyona yol alması –kuşkusuz kendiliğinden değil-, zorunluk ve özgürlük arasındaki ilişkiyi de köklü olarak çözecektir. Belki buna “boş zaman devrimi” denir.