Mahzuni cennete ne zaman gider?
Mahzuni: ‘Ben 1960’larda hangi çizgide isem, bugün de aynı çizgizdeyim. Aslına bakarsanız benim partim, 1960’lardan beri hep İşçi Partisi’dir... Ben, 1964’ten beri bağımsızlıkçıyım ve halkçıyım. Çırakman ustamızın deyişiyle, ‘Kemal Atatürk’ün aydın izinden’ hiç ayrılmadım...’
Âşık İhsani, Âşık Mahzuni, Nesimi Çimen, Hüseyin Çırakman ve Hüseyin Kaçıran, 1960’ların devrimci yükselişinde parlamış halk ozanlarıydı. Ama bunlar içinde İhsani ve Mahzuni’nin yeri başkaydı.
İhsani, mitinglerde kürsüye, konserlerinde sahneye çıktığında, herkes hareketlenir, oturanlar ayağa kalkardı. Sloganlar hey hey’lere karışır, herkes bir ‘’cenk’’ havasına girerdi. İhsani’nin dizeleri de, müziği de, yüreklerden önce bilinçleri sarardı. “Bağlamasını mavzer gibi kullanan ozan” başlıklı bir yazıda özelliklerini anlatmaya çalıştığım İhsani’yi, 21 Nisan 2009’da yitirdik.
Âşık Mahzuni, kendi ifadesiyle, “Pir Sultan’ın felsefesine Âşık Veysel mülayimliğini katan” ozandı. Onu da, 17 Mayıs 2002’de yitirdik. İhsani ile tanışma şansım olmadı. Mahzuni ile 1972’de cezaevi arkadaşı olduk. Bu yazıda, ölümünün 17’nci yılında bu büyük ozanı, ondan kalan üç anı ile anlatmaya çalışacağım.
I. BULUŞMAYI TEHLİKEYE SOKAN TÜRKÜ
Ses tanıdık, sözler ilginç...
1972 yılının Ağustos veya Eylül ayı olmalı... Sıkıyönetimli 12 Mart günleri... Gizli devrimci çalışma içindeyiz. Yaz sonu günlerinden birinde, İstanbul’da, bir süre önce Tunceli-Malatya taraflarından gelmiş İbrahim Kaypakkaya ile buluşacağız. İkimiz de, bir yandan, başlamış olan TİİKP operasyonu nedeniyle aranıyoruz. Diğer yandan da TKP (M-L)-TİKKO’nun kuruluş çalışmaları için görüşmeler yapıyoruz. Şişli’nin Gültepe semtindeki evden vakit akşama dönerken, Kaypakkaya ile buluşmak üzere çıktım. Evin bulunduğu gecekondu mahallesine gelen otobüs ve minibüslerin son durağının olduğu küçük meydana yürüdüm.
Meydandaki dükkânlardan biri bir plak dükkânıydı. Dükkân sahibi, günün çok satan ya da yeni çıkan kaset ve plaklarından sokağa müzik yayını yapıyordu. Plakçı bir türküyü döndürüp döndürüp çalıyordu. Bir halk ozanının olduğu anlaşılan türküyü o ana kadar ne gecekondu semtlerine çalışan minibüslerde dinlemiştim, ne de zaman zaman görüştüğümüz Tuncelili Âşık Zamani’den duymuştum.
O yıllarda İstanbul minibüslerinde kaset çalmak, en önemli şoför raconuydu. Zamani de henüz Âşık Zamani olarak ünlenmemişti; ama Unkapanı piyasasından haberdardı.
Şifre sözcükler içeren türkü
Çalınan türkünün ezgisi, söyleyen ses, tanıdık geliyordu. Ama ilk kez duyduğum sözlerinde, 12 Mart döneminin kendisi de aranmakta olan bir genç devrimcisinin daha ilk duyuşta dikkatini çeken sözcükler vardı: SİNAN, İNAN, ÇAYAN, ASLAN, DENİZ... Türkünün her dizesinde, sanki şifre gibi, bu adlardan biri yer alıyordu...
Türküyü iki kez daha dinleyince sözcüklerin ‘’şifresini’’ çözmek zor olmadı.
“Ayak seslerinden” tanıdığımız ses
Kulağım türküde plakçıyı geçip giderken geri döndüm. Dükkânın önünden bu kez, biraz önce geldiğim yöne doğru ve yavaş adımlarla tersten yürüyerek, türküyü birkaç kez daha dinlemeye çalıştım. Aaa, “şifreli” türküyü çalıp söyleyen, ezgisi de sesi de tanıdık “türkücü”, Âşık Mahzuni’den başkası değildi. Bizler 68’in devrimci gençleri, İhsani’nin, Mahzuni’nin sesini, ezgisini “ayak seslerinden” tanırdık.
Evet, türkü, daha önce hiç duymadığım bir Mahzuni türküsüydü... Fakat sözleri neydi öyle? Geri döndüm, tekrar yukarı yürüdüm... Böyle kaç kere dönüp durdum, bilmiyorum. Bir ara saate bakmak geldi aklıma... Baktım...
Mahzuni türküsü yüzünden örgütsel buluşmayı kaçırıyorum
Eyvaaah, İbrahim Kaypakkaya şu anda buluşma yerine ya geldi ya da gelmek üzere... Ama benim oraya varmam, taksi çevirsem 40-45 dakikayı bulur... O kadar bekler mi? Beklemesine beklemez, ama kim bilir aklına neler gelir? Yakalandığıma hükmedip, bana bağlı bütün ilişkileri koparmaya koşmaz mı? Bütün ilişki ve bağlantıların yeniden düzenlenmesi ise, bir dizi yeni külfet, gizli çalışma kurallarında yeni gedikler açılmasıdır. Bir anda kafama üşüşen daha bir yığın soru...
Can havliyle yokuş yukarı, minibüs durağına doğru koştum. Doğruca, elli dakika aralıklı yedek buluşmaya gitmeye karar verdim. Yedek buluşma yerine 10 dakika erken vardım. İbrahim Kaypakkaya da, ümitsiz olarak, ama emin olmak için, erken gelip bir yere gizlenerek, yedek buluşma şansını kullanmaya karar vermiş. Ama, yakalanmam ve polisin de bana yedek buluşmayı itiraf ettirmiş olması ihtimalini düşünerek, dokuz doğuran bir tedirginlikle...
Beni biraz beklettikten sonra ortaya çıktı ve buluştuk. İlk sözü, “Ne oldu, bir sakatlık yok ya? Beni meraktan çatlattın...” diye çıkışmak oldu. Mahcup bir tavırla durumu açıkladım. Bu kez, “Yok yaa... Mahzuni yüzünden haa..” diyerek kahkahayla gülmeye başladı. Meğer, Gaziantep’ten Malatya’ya gelişinde aynı türkü yüzünden o da bir buluşma kaçırmış. Onun öyküsünü başka bir yerde yazdım.
Gıyabında tanıdığım Mahzuni ile ilgili ilk anım, bu buluşma kaçırtma “vak’ası”dır. Kısa süre sonra yaşam çizgimiz Mahzuni ile beni bir askeri tutukevinde buluşturmasaydı, bu gıyabi anı da, benzeri yüzlercesi gibi bir gün unutulup gidecekti.
Mahzuni ile olan ikinci ve tanışmamıza ilişkin anıya geçmeden önce, bize buluşma kaçırtan bu ünlü türkünün tamamını okurlara hatırlatalım.
Erim erim eriyesin
Köşkün sarayın yıkılsın
Erim erim eriyesin
Umudun suya dökülsün
Erim erim eriyesin
Çölden çöle sürünesin
Musa isen Tur-i Sinan
Hakktan gelmiş idi İnan
Yesin seni yılan Çayan
Erim erim eriyesin
Sürüm sürüm sürünesin
Aslan pençesi vurulsun
Çayın Deniz’de kurusun
Gözlerin yansın çürüsün
Erim erim eriyesin
Sürüm sürüm sürünesin
Mahzuni’ yi sever idin
O’na sevgilim der idin
Candan başka ne yer idin
Erim erim eriyesin
Sürüm sürüm sürünesin
II. ANKARA YILDIRIM BÖLGE ASKERİ TUTUKEVİ ve JİLET PAZARLIĞI
Yukarıda sözünü ettiğim buluşma olayından üç-üç buçuk ay sonra, 1972 Aralık ayında İstanbul’da tutuklandım. 1973’ün Nisan ayı son günlerine kadar İstanbul’da Harbiye Askeri Tutukevinin gözaltı hücrelerinde kaldım. Sonra, aynı devrimci örgüt kovuşturmasından tutuklandığımız bir arkadaşla (Hikmet Şenses) birlikte bizi, Harbiye hücrelerinden alıp Ankara’ya götürdüler. Aynı zamanda, Ankara Sıkıyönetim Mahkemelerinden birinde görülmekte olan TİİKP Davası’nın da sanıklarıydık.
Bitli pireli Müteferrikada takım elbisesi ve kravatı ile Mahzuni
Birinci Şubeye teslim edildiğimizde cebimizde beş kuruş paramız yoktu. Üç gündür bize günde tek öğün “çeyrek pide+ayran” menüsüyle Ankara Emniyeti Birinci Şubesi “bakıyordu.” Sorgumuzun bittiği gece yarısı, “Siz yarın Sıkıyönetime sevk edileceksiniz, yeter artık size baktığımız” deyip bizi, giriş katındaki genel gözaltılar kısmına attılar.
Koca bir hangarı andıran bu kısım, hırsızlık, dolandırıcılık, yankesicilik, yaralama, cinayet, ırza tecavüz, trafik suçları başta olmak üzere, siyasi olmayan suçlardan gözaltına alınmış kişilerle ağzına kadar doluydu. Pisliğin, bitin pirenin kol gezdiği bu yerde, değil yatacak, oturacak yer bulmak bile mümkün değildi. Kimseyle ilgilenmeyip volta atarak kendi aramızda konuşmaya dalmıştık ki, “Müteferrika” denen hangarın demir kapısının mazgalı açıldı ve “Siyasiler gelsin” diye bağırılarak adımız okundu. Bizi Müteferrikadan alıp, içinde tozlu tahta ranzalar olan bir odaya kapattılar.
Polislerden aldığımız bezle ranzaların tozunu alıp, tahtaların üstüne eski gazeteleri sermeye başladığımızda, kapı açıldı ve karşımızda takım elbisesi, kravatı ile bir beyefendi belirdi. Polisler kendisine hakkımızda bilgi vermiş. Yaklaşıp bize, “Geçmiş olsun canlar” diyerek sıcak bir selam verdi. “Konuğumuza”, tozlarını almakta olduğumuz ranzalardan birinin kenarında yer gösterdik ve biz de ona geçmiş olsun dedik. “Canlar benim adım Mahzuni Şerif” diye kendini tanıttı. Kısaca biz de kendimizi tanıttık. Mahzuni’nin “malum türkü”den tutuklandığını öğrenince, benim buluşma kaçırma öykümü bilen arkadaşımla, birbirimize bakarak gülümsedik.
O gece kapımız sabaha kadar durmadan açılıp kapandı. Emniyet Müdürlüğü’nde nöbetçi olan ve Mahzuni’nin gözaltında olduğunu birbirinden öğrenen Afşinli, Elbistanlı polislerin biri gidip biri geldi. Bize sabaha kadar çay servisi yaptılar. Mahzuni’nin plak şirketi, hem bize hem polislere paket-kebap servisi yapıp durdu.
Dr. Mengele özentili askeri hekim ve Mahzuni
Ertesi gün mahkemeye sevk edildik ve arkadaşımla ben ikinci kez olmak üzere, tutuklandık. Ankara’daki askeri tutukevlerinden ikncisine, Yıldırm Bölge Askeri Cezaevine götürüldük. Diğer tutukevi, Mamak Askeri Cezaeviydi.
Girişte üçümüzü, Ankara’daki askeri tutukevlerinin ünlü doktoru karşıladı. Doktor, çizmesinden elindeki kamçıya kadar her şeyiyle Nazi subaylarını taklit eden, Metin Denli adlı bir Tabip Yüzbaşıydı.
Metin Denli, sözde bir hastalığımız olup olmadığını tespit etmek üzere, bizi muayene etmek için orada bulunuyordu. Fakat “muayenesi”, yüzümüze tiksinircesine bakıp sövmekten ve tehditler savurmaktan ibaretti. Ayrılırken bir hastalığımız olup olmadığını sordu, ama sorusunun cevabını, bizimkini beklemeden kendisi verdi: “Vücudunuz sapasağlam, kafanız, daha doğrusu kafanızdaki fikirler sakat. Onları da burada biz düzelteceğiz.”
Sonraki günlerde Alpaslan Türkeş ve ünlü Nazi Doktor Mengele hayranı olduğunu övünerek söyleyecek olan bu doktor, tam çıkarken Mahzuni’ye özel bir tehdit savurdu: “Bakalım kim erim erim eriyecek? Seni burada mum gibi eriteceğiz...”
Sakal tıraşının işkenceye dönüştürülmesi ve jilet direnişi
Yıldırım Bölge’de Mahzuni ile üç ay birlikte kaldık. Bir manevi eziyet ve işkence olarak zorla yaptırılmak istenen toplu “yemek dua”larına, “askeri eğitim”lere, vardan yoktan dayak atmalara birlikte direndik.
İdare ile her ilişki, bir eziyet ve işkence fırsatı olarak değerlendiriliyordu. Ama ille de sakal tıraşları... En büyük eziyet ve işkence, sakal tıraşlarıydı. İçeriye jilet, tıraş makinesi gibi şeyler verilmiyordu. 45-50 kişilik koğuşun sakal tıraşını, haftada bir kere, asker berber yapıyordu. Fakat 45-50 tutuklu bir tek jiletle tıraş ediliyordu. Başta tıraş olan ilk 10-15 kişi neyse... Ama ondan sonrakiler ve hele otuzuncu, kırkıncı sırada tıraş edilenler... Tek sözcükle al kan içinde kalıyorlardı.
İlk tıraş günü, tek jilet eziyetinden habersiz Mahzuni, sonlarda tıraş oldu. Üstelik çoğu 18-22 yaşlarında gençler olan tutuklular içinde sakalı en gür ve sert olanların başında Mahzuni geliyordu. O gün tıraştan kalktığında, adeta boğazlanmış gibiydi. Mahzuni’nin durumunu görünce, iki koğuş temsilcisi derhal asker berberin yanına gittik ve bir daha tek jilet veya üç-beş jiletle tıraş etmeye kalkışırsa, hiçbirimizin tıraş olmayacağını bildirdik. “Komutan emridir, ben emri yerine getiririm” gibisinden bir cevap verdi. Bu kez isteğimizi akşam sayımında, sayıma gelen binbaşıya söyledik. Önce bir tehdit savurdu, fakat ziyaret gününün bir gün öncesi olan tıraş günü geldiğinde, önce bizimle iki jilet, üç jilet pazarlığına kalkıştı. Akşama doğru, “Mahzuni için tek jilet, geri kalanlar için beş kişiye bir jilet” şartını kabul ettirdik.
Nihat Erim’in ifadesi
Mahzuni’nin yargılaması, tutuklanmasından bir ay sonra başladı. İkinci ya da üçüncü duruşmada, o zaman Başbakanlıktan ayrılmış olan Nihat Erim’in, “Bir halk ozanı Başbakan’ı sevmek mecburiyetinde değildir” anlamında, şahsen şikâyetçi olmadığını belirten, ifadesinin mahkemeye ulaşmasından sonra Mahzuni tahliye oldu. Fakat yargılama sonunda mahkeme onu, ‘’suçu ve suçluyu övmek’’ denen bir ‘’suç’’tan yine de cezalandırdı. 1974’te çıkan af yasası, başka birçok ceza ile birlikte Mahzuni’nin cezasını da kaldırdı.
Mahzuni ile Yıldırım Bölge sohbetleri
Yıldırım Bölge Askeri Tutukevi’ndeki yaklaşık üç ayılık birlikteliğimizde Mahzuni’den hem Şerif Cırık’lıktan Mahzuni’liğe uzanan sanatçılık öyküsünü, hem de bol bol türkülerini ve onların öykülerini dinledim. Ranzalarımız yan yanaydı. Sohbetlerimizin en önemli konularını, astsubaylıktan âşıklığa giden yaşam öyküsü ve sanatçılık serüveni yanında, ozanlığının beslenme kaynakları ve sanatsal çizgisi oluşturdu.
Mahzuni, düşünsel dünyası ve türkülerinin sözü, sesi, içeriği, ezgisi konusunda beslenme kaynaklarının, Pir Sultan, Âşık Veysel, Davut Sulari ve Karacaoğlan olduğunu söylüyordu. Türkülerinin kendine özgü özellikleri konusunda enfes bir tanımı vardı. Beslendiği kaynaklardan yarattığı sanatsal bireşimi ifade eden kendi tanımı, belleğimde kaldığı kadarıyla şöyleydi: “Pir Sultan’ın felsefesine, Âşık Veysel mülayimliği katıp, onlara da Davut Sulari ezgisini ekleyince, ortaya Mahzuni çıktı. Güzel sevmek ise, bütün âşıklara Karacaoğlan ustamızdan geçen bir huydur.” Bu tanım, kanımca, Ozan Mahzuni’yi en iyi anlatan tanımdır.
III. MAHZUNİ’NİN MİLLETVEKİLLİĞİ ADAYLIĞI ve ‘AMERİKA KATİL KATİL...’
Mahzuni ile ikinci ve son beraberliğimiz, Nisan 1999’da yapılan Milletvekili Genel Seçimleri sırasında; yani ilkinden 26 yıl sonra oldu. O seçimde ben İstanbul 3. Bölge’den İşçi Partisi’nin, Mahzuni de İstanbul 1. Bölge’den Barış Partisi’nin milletvekili adayları idik. Barış Partisi, iş adamı Ali Haydar Veziroğlu tarafından daha çok Alevi yurttaşların oyunu alma amaçlı olarak kurulmuş bir partiydi.
YÖN Radyo’da Mahzuni ile seçim programı
YÖN Radyo’nun adaylar için düzenlediği bir tartışma ve tanıtım programında, BP adayı Mahzuni, CHP adayı sanatçı Yavuz Top, EMEP adayı ve TÜMTİS Başkanı Sabri Topçu ve İP adayı Arslan Kılıç olarak birlikte olduk. YÖN Radyo programın biçiminde bir ilginçlik yaparak, program yönetimini de bana verdi. Ben hem programın yöneticisi, hem de konuğu oldum.
Mahzuni ile program öncesi kuliste karşılaştık ve kucaklaştık. Benim cezaevinde geçirdiğim 1970’li yıllarda, zaman zaman ziyaretimize gelen Maraşlı Ozan Emekçi ile birbirimize selam göndermiştik.
O gün yönetimi verilen programı, kumanda masasındaki arkadaştan rica ederek, Mahzuni’nin kendi sesinden “AMERİKA KATİL KATİL...” türküsüyle açtık. Türkü bitince yaptığım açış konuşmasında şunları söyledim:
“YÖN Radyo’da bizi dinleyen değerli yurttaşlar! Bugün sizlere, Âşık Mahzuni’nin de konuk olduğu bir seçim programından sesleniyoruz. Program konuklarını duyurmadan önce ben sizlere hemen tarihsel bir gerçeği hatırlatacağım.
‘’Tarih, daha 1960’larda ‘Vietnam’ın suçu nedir?/Amerika katil katil!’ diyen Âşık Mahzuni’yi haklı çıkardı. Amerika 1975’te Güneydoğu Asya halkları tarafından büyük bir yenilgiye uğratıldı ve 20 yıldır savaştığı Vietnam’dan kovuldu.
“Bütün dünya ve ABD’nin yıllardır ‘Vietnam sendromu’ yaşayan bizzat kendi toplumu, Vietnam’da Amerika’nın suçlu ve katil olduğunu kabul etti. ABD, bu gerçeği 30 yıl önce söyleyen büyük Türk ozanını dinlemediği gibi, onu Türkiye’deki işbirlikçileri kanalı ile kendi yurdunda perişan etti.
“ABD dün Irak’a saldırdı. Bugün Yugoslavya’ya saldırıyor. Türkiye’de ABD’nin bu saldırganlığına karşı çıkan bütün namuslu, haktan ve adaletten yana insanlar, saldırgana karşı yine Mahzuni’nin türküsü ile mücadele ediyorlar. Amerika, emperyalistliği ve saldırganlığı sürdürdüğü sürece, Mahzuni’nin türküsü bütün dünya halklarının, haktan adaletten yana bütün insanların duygularının sesi olmaya devam edecektir!”
“Benim partim İşçi Partisi...”
Stüdyoda Mahzuni’nin gözleri yaşardı. Yavuz Top’la kuliste başladıkları CHP-BP tartışmasını bir kenara itti. CHP-BP, Alevi-Sünni ayrılıklarının üstüne çıkarak, mikrofondan, “Mahzuni 1960’larda hangi çizgide ise bugün de aynı çizgidedir. Aslına bakarsanız benim partim, 1960’lardan beri hep İşçi Partisi’dir” diyen bir konuşma yaptı. “Ben, 1964’ten beri bağımsızlıkçıyım ve halkçıyım. Çırakman ustamızın deyişiyle, ‘Kemal Atatürk’ün aydın izinden’ hiç ayrılmadım “ diye devam etti ve bütün solu Atatürk’ün “bağımsızlık” ve “halkçılık” ilkeleri temelinde birleşmeye çağırdı.
Stüdyodan çıktıktan sonra, “Oh bee, rahatladım... Günlerdir süren CHP, BP dedikodularından bıkmıştım” dedi. Kucaklaşarak ayrıldık. Bir daha görüşemedik...
Mahzuni bir türküsünde,
Haydi dolaşalım yüce dağlarda
Dost beni bıraktı ah ile zarda
Kalmak istiyorum viran bağlarda
Ayağıma cennet kiralansa da
demişti...
Diyebiliriz ki, Mahzuni her zaman, “Ayağına cennet kiralansa da”, “viran bağlar”da bırakılmış insanların sesi oldu. Yeryüzü insanlık cenneti olduğunda, Mahzuni de viran bağlardan çıkıp cennete geçecektir.