26 Aralık 2024 Perşembe
İstanbul 12°
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Mersin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Nazım Hikmet'in açlık grevi: Millete verdiğim açık istidaya canımı pul yerine kullanıyorum

Aydınlık Arşiv Servisi sorumlusu, sevgili kardeşim Ercan Dolapçı’nın hazırladığı yılın önemli olaylarını gösteren çalışmasının Mart ayı bölümünde şunlar yazılı: '29 Mart 1950: Şair Nazım Hikmet cezaevinde açlık grevine başladı. 1938'de tutuklanmıştı.'

Nazım Hikmet'in açlık grevi: Millete verdiğim açık istidaya canımı pul yerine kullanıyorum
A+ A-
HİKMET ÇİÇEK

Dolapçı’nın anımsattığı yerden devam edelim. Büyük ozan Nâzım Hikmet, neden açlık grevine gitmişti? Anlatalım.

Nâzım Hikmet, 28 Aralık 1938'de Askeri Yargıtay'ın onaylamasıyla hiçbir suçu olmadan Harp Okulu ve Donanma davalarında toplam 28 yıl 4 ay ağır hapis cezasına çarptırıldı. Şaire isnat edilen suç "orduyu isyana teşvik etmek"ti.

Nâzım, 29 Mart’ta avukatı İrfan Emin Kösemihaloğlu’na gönderdiği notta şöyle diyordu:

“Canım, sevgili üstadım,

Hakkın, hakikatın tecellisi için açlık grevine yatıyorum. Üzülme, sinirlenme, hak ve hakikat uğrunda, bir kanunsuzluğun tamiri uğrunda gerektiği zaman ölümü göze alabilmek güzel şeydir.”

Piraye’ye mektup

“Piraye, Mehmet, İzgen, Suzan, Yavrularım,

“Başka türlü hareket etmek kabil olmadığı için bu kararı verdim. Sizden yalnız bir şeye kayıtsız şartsız inanmanızı istiyorum: bu kararım, herhangi bir yeis, bir yılgınlık, bir korkaklık, bir sabırsızlık neticesi değildir. Sabırlı, şuurlu, ümitliyim. Fakat, hakkın ve hakikatın ortaya çıkması için meydana hayatımı atmaktan başka imkânım kalmadığına kaniim. Bundan dolayı bu son imkânımı şuurla, ümitle kullanıyorum. Hakkın ve hakikatın tecellisi uğrunda ölürsem de bu sizin babanıza layık bir ölüm olacaktır.

Hepinizi hasretle kucaklarım.

Babanız, Piraye’nin, Mehmet’in, İzgen’in, Suzan’ın sabırlı, şuurlu, cesur ve ümitli babası.”

Nâzım 13 yıldır cezaevindeydi. Aftan ümidini kesmişti. Bursa Hapishanesi’nde açlık grevine başlama kararı almıştı.8 Nisan 1950’de “Millete verdiğim açık istidaya [dilekçeye] canımı pul yerine kullanıyorum” diyerek Bursa Cezaevi’nde açlık grevine başladı.

VâNû’ya mektup

5 Nisan 1950 tarihinde Nâzım, Vâlâ Nureddin’e şöyle yazıyordu:

“... Ayın sekizinde yatacak olduğum açlık grevine ümitle başlıyorum. Yeisle kederle değil. Bu uğurda ölürsem dahi son nefesime kadar ümitle yaşayacağım. Polisiye romanları dört gözle bekliyorum. Senden ve Müzehher’den bazı ricalarım var: Annemi ve Samiye’yi size telefon ettikleri zaman teselli edin. Münevver yapayalnızdır, kızı destekleyin. Ona kuvvet verin. Hele bugünlerde ara sıra evinize çağırıp oyalayın. Ve siz de her şeye rağmen ümitli olun. Hele sen Vâlâ’cığım, sinirlenme, kahrolma. Düşün ki ben gayet ümitliyim. Hak aramanın keyifli sevinci içindeyim. Ve bu hakkın ben ölsem bile nasıl olsa günün birinde tecelli edeceğini düşünmek, buna inanmak, bundan emin olmak gibi bir bahtiyarlığım var. Unutma, intihar etmiyorum. Hiç kimseye şantaj yapmıyorum. 13 yıldır sürüp giden adli bir hatanın düzeltilmesi için hayatımı ortaya koymaktan başka imkânım kalmadığından bu son çareye başvuruyorum. Haydi kardeşlerim, ikinizi de hasretle kucaklar, her şeye rağmen yakın zamanda kavuşacağımızdan emin olduğumu, çünkü memleketimin vicdanına güvendiğimi bir kere daha tekrar ederim.”

“Gazeteci milleti acayip millet”

Gazetecilerdenşöyle şikâyet ediyordu:

“...Şu bizim gazeteci milleti, ne diyeyim, haydi şöyle diyeyim bir acayip millet. Ne olmuş? Ben büyük bir üzüntü içinde imişim de manen çökmüşüm de -Bak bunu benim avukat da söylemiş. Eh, ne de olsa gazetecilik ona da bulaşmış sayılır- ne halt edeceğimi bilmez bir hale düşmüşüm de, yok yataklarımı denk etmişim de, yok, karım hapishane kapısında iki göz iki çeşme çıkacağım diye beni bekliyormuş da, filan da feşmekan da... İşte bu yüzden bu işe karar vermişim. Yahu insaf edin bre, burada sizi ben teselli etmedim mi? ‘Zaten bunun böyle olacağım biliyorum. Hiç de hayal kırıklığına uğramadım’ demedim mi? Yahu ben paçavra mıyım bre? Dert anlatmak kabil değil mi kimseye? Bu işi yapacaksam, bu işi yapıyorsam, yeis neticesi, yılgınlık, çöküntü neticesi değil, hakkımın, adaletin, hakikatin ortaya çıkması için, yapılacak başka şey kalmadığı için, kanun yollan açılsın, gerekli makamları hare- kete getirmeye yardımı olsun diye hayatımı orta yere koyuyorum. Ölümü göze alıp bir nebzecik de benim bu işe yardımım olsun diye yapıyorum. Çok şükür aklım başımda. Ne yaptığımı bilen bir adamım. Fakat dedim ya, bu derdimizi anlaşılan benim avukata bile anlatamamışım. Adaletin, hakkın, hakikatin tecellisi için bir Türk vatandaşının icabında hayatını ortaya atacağı, atabileceği, bu uğurda ölebileceği neden kabul edilmiyor? Anlayamadım gitti. Yahu bu Türk milleti hak ve hakikat uğrunda ölmesini bilen nice nice insan yetiştirmiş ve yetiştirecek. Siz sakın öyle üzüleyim filan demeyin. Hak yerini bulur da çıkarsam, önümüzde yaşanacak güzel günler var. Yok, emrihak işbu açlık greviyle tecelli ederse, o kadar güzel hatıralarımız var ki, siz onları anarsınız, yine berabermişiz gibi olursunuz. Güzel günler göreceğiz çocuklar, güneşli günler göreceğiz. Yalnız ne yalan söyleyeyim, eğer ayın sekizinden önce İstanbul’a gelemezsem ki, geleceğimi sanmıyorum, ayın onunda, on birinde filan siz buraya gelin de iki çift lakırdı edelim. Haydi hoşça kalın...”

Nâzım’ı ziyaret edenler

Ahmet Emin Yalman, Behçet Kemal Çağlar ve başka yazarlar Bursa Cezaevi’nde Nâzım’ı ziyaret ettiler. Ahmet Emin Yalman’ın çıkardığı Vatan gazetesinde yazılar yazan Avukat Mehmet Ali Sebük, dosyaları inceleyerek Nâzım’ı savunan bir dizi makale yayımladı. Aynı dönemde Nâzım’ın affı için Meclis’e başvuruldu.

Yalman, Nâzım’ı cezaevinde ziyaretinden sonra, aralarındaki görüşmeyi bir yazı dizisi yaptı.

VâNû’nun çabaları

Nâzım’la aynı okul sıralarında okudu, hem çocukluk, hem dava arkadaşı ve yoldaşı. Kurtuluş Savaşı yıllarında 1921’de “Yeni Dünya” vapuruyla Anadolu’ya birlikte geçtiler. O yılların Ankara’sında Mustafa Kemal’e takdim edildiler.Vâlâ Nureddin’den söz ediyoruz.

VâNû, Nâzım’ın açlık grevine başladığını duyunca Adalet Bakanı’na bir telgraf çeker. 10 Mayıs 1950 tarihinde Adalet Bakanı Fuat Sirmen’den bir mektup alır:

“Bay Vâlâ Nureddin,

9.5.1950 tarihli mektubunuzu aldım.

Selâhiyetli doktorlardan oluşmuş Cerrahpaşa Hastanesi sıhhat kurulunun ve Adli Tıp meclisinin verdiği raporlarda Nâzım Hikmet Ran’ın tespit edilen sıhhat durumuna göre, şimdilik üç ay müddetle Cerrahpaşa Hastanesi gibi, içlerinde asabiye mütehassısı ve servisi de bulunan tam teşkilatlı bir hastanede tedavisine lüzum gösterildiği ve mezkur hastanede tedavi altına alınmasına teşebbüs edildiği ve orada yatmamak hususundaki ısrar ve mukavemeti yüzünden buna imkân bulunmadığı anlaşılmışsa da; hastaneye yatırılması hususunun sağlanması tekrar tebliğ edilmiştir.

“Yetkili sıhhat kurullarını mevzubahis raporlarında mumaileyh hakkındaki cezanın infazının hayatı için kati bir tehlike teşkil edeceğine dair bir kayıt bulunmadığından, Ceza Mahkemeleri Usulü Kanunu’nun 399’uncu maddesine tevfikan tahliyesine imkân görülememiştir. Bununla beraber, vasisinin, mumaileyhin asabiye mütehassıslarından mürekkep bir heyete tekrar muayenesi hususunda ahiren yaptığı müracaat kabul edilerek yeniden muayenesine tevessül edilmiştir.

“Binaenaleyh, Büyük Millet Meclisi açılıp hakkında hususi veya umumi mahiyette bir af kanunu çıkmadıkça veya yetkili sıhhat kurullarından sıhhi durumunun, cezasının infazı halinde hayatı için kati bir tehlike teşkil edeceğine dair bir rapor istihsal edilmedikçe idareten yapılabilecek bir muamele mevcut değildir.

“Kendisinin açlık grevine devam etmemesi ve icapsız bir inatla hayatına kıymaması hususunda gereken telkinlerde bulunmak ve kendisini ikna etmek resmi mercilerden ziyade ailesine ve sizin gibi yakın arkadaşlarına düşen bir vazifedir. Saygılar.

Fuat Sirmen”

Vâlâ Nureddin,Başbakan Şemsettin Günaltay’dan da 8 Mayıs 1950 tarihli şu telgrafı alır:

“Cumhurbaşkanlığı Umumi Kâtipliğince Başbakanlığa havale edilen telgrafınızın tetkiki için Adalet Bakanlığı’na tevdi olunduğunu, kanuni imkân bulunduğu takdirde müracaatınızın tecvizine hükümetin taraftar olduğunu 6 Mayıs tarihli telgrafınıza cevaben bildirir, muhabbetlerimi sunarım.

Başbakan

Şemsettin Günaltay”

Açlık grevine tepkiler

Yoldaşının özgürlüğü için mücadele eden Vâlâ Nureddin hakkında yayınlar başlar. Nâzım Hikmet’in Vâlâ’ya gönderdiği bir mektubu Amerika’da “komünist gazetesine” yolladığı ileri sürülür. Kudret gazetesi VâNû’nun“Halk Partisi muharriri” olduğunu yazar.

Dünyanın her tarafında Nâzım Hikmet’in özgür olması için büyük eylemler yapılıyor, Türkiye’nin elçilikleri önlerinde gösteriler oluyor, gazetelerde Nâzım’la ilgili uzun haberler çıkıyordu. Dünyaca ünlü şairler şiirler yazıyorlardı.

Nâzım ise açlık grevine devam ediyordu. Tıbbi kontrol altındaydı. Yalnız su ve sigara içiyordu.

Nâzım’a destek için

Üç şair, Orhan Veli, Oktay Rıfat ve Melih Cevdet Anday, Nâzım’adestek için Ankara’da üç günlük açlık grevi yaptılar. Tanınmış aydınlardan Nâzım’a destek için imzalar toplanıyordu.

Nâzım’ın annesi Celile Hanım, tek başına bir kampanya açmıştı.9 Mayıs 1950 günü Celile Hanım üzerinde “Haksız yere mahkum edilen oğlum Nâzım Hikmet açlık grevindedir. Ben de ölmek istiyorum gece gündüz oruçluyum. Bizi kurtarmak isteyenler bu deftere adreslerini yazarak imzalasınlar” yazılı bir dövizle Galata Köprüsü’nün üzerine çıktı, kısa bir süre sonra “trafiği engellemek” suçlamasıyla gözaltına alındı. Celile Hanım, elinde bastonu, iyi görmeyen gözleriyle trafiği durduruyor, kavga çıkarıyor, oğlu için imza topluyordu.

Nâzım 8 Nisan 1950'de açlık grevine başlamıştı. Avukatının isteği üzerine açlık grevini bir süre durduran şair, 1 Mayıs 1950'de tekrar greve başladı, 13 Mayıs'ta Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Hastanesi'ne kaldırıldı.

14 Mayıs 1950’de yapılan seçimleri DP kazanmıştı ve yeni hükümetin kurulması bekleniyordu. Seçimden üç gün sonra, Adnan Adıvar, Halide Edip, Sait Faik, Cahit Sıtkı Tarancı, Cevdet Kudret gibi aydınlar Nâzım’a bir mektup yazarak yeni hükümet kurulana kadar eyleme ara vermesini istediler.

19 Mayıs 1950'de açlık grevine son verdi. 14 Temmuz 1950'de çıkarılan hükümlülerin cezalarında indirim düzenleyen madde Meclis’te kabul edildi. Nâzım, 14 Temmuz 1950’de, tam 13 yıl sonra cezaevinden çıktı.İki ay hastanede yattıktan sonra serbest bırakıldı. Avukatı Mehmet Ali Sebük Cerrahpaşa Hastanesi’ne gelerek Nâzım’ı aldı. Vasisi Avukat İrfan Emin ile Münevver Andaç da hastane kapısında şairi bekliyordu. Kendisi için çok çaba harcayan avukatı İrfan Emin’e sarılarak şöyle dedi:

“Heyecanlıyım. Ama bu heyecanım aftan değil. Nihayet hakkımı alıyorum. Hakkımın bir kısmını da kaybederek temin ediyorum. Bütün sevincim, dostlarıma, akrabalarıma ve her şeyden üstün tuttuğum hürriyete kavuşmaktan ileri geliyor. Bu gece sırtüstü yatıp gökyüzüne bakacağım. Yıldızları, uçsuz bucaksız ufukları seyredeceğim. Çünkü hapishanede yattığım yerden tavandan başka bir şey görmüyordum.”

O günlerden geriye şu şiir kaldı:

Açlık Grevinin Beşinci Gününde

Kardeşlerim,

demek istediklerimi doğru dürüst diyemiyorsam

kusura bakmayın kardeşlerim,

azıcık sarhoş gibiyim, birazcık dönüyor kafam,

rakıdan değil

açlıktan hafif tertip.

Son Dakika Haberleri