Ne kızını döv ne dizini türkü söyle
Yılda bir gün ne işe yarar? Eh işte, hiç olmazsa anımsanır, konuşulur, tartışılır... Ertesi gün? Gerçi bu günü unutmak pek olası değil. Yaşam size unutturmuyor. Ama üçüncü sayfa haberi olursunuz. Hele de komşunuz ya da ordan geçen meraklı biri gidip kurtarmak yerine cebinden kayıt altına almışsa ya da güvenlik kameraları çalışıyorsa, işe biraz da görsellik katılır. Döndür döndür... bir daha... bir daha... televizyonlarda izleriz. Canlı canlı değil; artık camlı camlıdır! Koltuğunuzda oturuyorsunuz, elinizi uzatamıyorsunuz... En fazla vah vah... ne oldu acaba... neden acaba... Sonra ertesi haber. Geçti gitti... Dolar kaç lira oldu? düşmüş! Oh! Hadi gözümüz aydın! Ekonomi kurtuldu mu?? Ah şu kabzımallar olmasa... vay gidi soğan stokçuları...
25 Kasım’dan söz ediyorum.
Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü.
1999 yılında toplumda farkındalık yaratmak amacıyla BM Genel Kurulu kararı ile ilan edilen gün.
“Neden 25 Kasım??” gibi ansiklopedik, torba dolsun bilgileri boşveriyorum... diyecektim ama vazgeçtim. Anlamlı.
1960 yılında Dominik Cumhuriyeti’nde üç kadın. Ülkelerinde Trujillo diktatörlüğüne karşı mücadele ediyorlar. Clandestina hareketinin öncülerinden üç kız kardeş. Patria, Minerva ve Maria Mirabel... 25 Kasım onların tecavüz edilip öldürüldükleri gün. Latin Amerika’da bir simge haline geldiler. 18-21 Temmuz 1981’de Bogota, Kolombiya’da toplanan Latin Amerika ve Karayipler kadın kurultayı bu günü kadına yönelik şiddete karşı mücadele günü ilan etmişti. Daha sonra 1999’da BM kararı geldi. Bizde 1908 Devriminden bu yana daha ayrıntılarıyla tartışılan bir konu. 68’den bu yana örgütlü siyasi mücadelenin içinde yer aldım, bu günlere kadar tanıklık ettim. Dayağa karşı imza kampanyasının da, 17 Mayıs 1987’de yürüyüşün de düzenleyenleri arasındaydım. Tartışıyoruz, konuşuyoruz...
FARKINDALIK YARATMAK
Farkındalık dedik.
Meme kanseri haftası vardı bir süre önce. Onun gibi, örneğin. “Farkındalık” yaratmak...
Tümörü kendiniz elle muayenede diyelim erkenden saptayabilirsiniz. Hekime gidersiniz. Ameliyat. Keser atar, kurtulursunuz.
Kadına karşı şiddet.
Farkettik. Ne olacak? Bir ara mor iğneler vardı. Batırmak için. Daha önce çocukları da konuşmuştuk. Kendilerini nasıl korurlar diye. Çözümü onların küçücük omuzlarına yüklemek olmuyor mu bu. Eline düdük veriyorsun, biri sana dokundu mu, öttür diyorsun... Ya telaşlanır da öttüremezse... bağıramazsa... Kadına şiddette de benzer yöntemler, “sesini çıkar, yasal hakların şunlar, neden boşanmıyorsun, çekme! Adamı sallandır, daha ağır ceza... iyi halden hafifletme sakın, yasalar öyle yazsa da o kötü adam, çiğne gitsin...” Hep sonuçtan geri dönüş.
Neden? Sistem diyor ki bize, bana ne bakıyorsun suçlu ben değilim, o var ya şu köşedeki karanlık adam, kötü adam o! Tepinin üzerinde. Hıncınızı ondan çıkarın! Benimle uğraşmayın. Sistemi değiştirmeye kalkışmayın. Böyle gelmiş böyle gideri sakın ola ki bozmaya kalkmayın. Sonra soruların arkası gelir. Burada kalmaz.
KÖTÜ ADAMI KİM DOĞURDU
Durun bir dakika!
Peki, diyorum ben de o kötü adamı kim doğurdu?
Zenbille inmedi ya gökten.
Biz doğurduk.
Kadına şiddetin tarihteki köklerinin eski olduğu da biliyoruz. Sınıflı toplumların ortaya çıkışına koşut. Erkek mumyaların kemiklerinde yüzde 9-20 kırığa rastlanırken, kadınlarda bu oranın yüzde 30-50 duymuş muydunuz?
O kadar eskilere gitmeyelim. Bizim doğurduklarımıza gelelim.
Nerede yanlış yaptık?
Yapmıyalım ki o adam öyle doğmasın. Aynı koruyucu hekimlik gibi. Sağlıklı beslenelim, adil bölüşelim, geçimi dertlenmeyelim vb..., erken tanıyı değil; tümörün oluşmasını engelleyecek nedenleri öğrenelim, bilinçlenelim ki sonu ta ameliyata, kemoterapiye kadar gitmesin... İlaç sektörü de bu kadar kazanmayıversin...
Tövbe de!
Demem!
Onun için varım.
Onun için siyaset yapıyorum.
ÇÖZÜM NEREDE
Peki, bunun için sistemin değişmesini mi bekleyeceğiz??
Bir de böyle soldan vuran karamsarlar, örgütsüz korkaklar var.
“Bu sistemde olmaaaz!”
Yok ya... (“ya” sözcüğünü sevmiyorum ama burada hak ettiler...)
O evinden yazacak çizecek, acıyacak, acındıracak... ben okuyacağım... elbette ömrüm yeterse... kendi halime kendim ağlayacağım, döveceğim dizlerimi, saklamayacağım göstereceğim gözümdeki morlukları... oh rahatladım... o “kötü adam” en ağır cezayı aldığında içime soğuk sular serpilecek...Herkes sana acıdı. Hakkını teslim etti. Düşmanına da vurdun. Basınla ilişkileri ustaca kullanalım... Haberini de yaptın. En güzel en acındırası fotoğraf ve sözcükler ve de başlıklarla... Gerisini boş ver. Rahatladın. En ses getirici eylemler... hatta yılda bir gün değil, hımmm... belki beş gün olabilir... daha fazlasına o kadar da zaman ayıramam, işimiz gücümüz var. Çözüm masalarındaki bardaklar parasız dolmuyor, kardeşim... (yok düzelteyim; onlar aralarında konuşurken “hocam” ya da “usta” diyorlar...)
Bu mudur?
KORODA AŞK
Herkese dokundurduk da peki biz ne yapacağız?
Elimizde sihirli değnek mi var. Yok dememi bekliyorsunuz ama var. Hatta elimde iktidar yok ama gerçek muhalefet var. İktidarı etkileyecek doğru program ve önerileri sıralayıp duruyoruz. Kararları etkilemeye çalışıyoruz. Üretim ekonomisinden, eğitimde fırsat eşitliğine, toplumsal ve kültürel ögütlenmelere bilinçli ve hedefli plan ve programlara... kadar müthiş bir enerji biriktirmişiz tutmayın, gelelim!
Hiç de zor değil.
Minicik bir örnek vereyim mi?
Bir toplantıdan çıktım. Arabada söyleniyorum. Ah diyorum ben olsam... ben olsam... örneğin her semtte koro kursam... iş sonrası, hafta sonu çalışmalar... şimdi o delikanlı koroda şarkı söylerken yanındaki kız arkadaşını taciz edebilir mi...
Önde oturan genç arkadaş döndü, gözleri ışıl ışıl... belli ki tadını biliyor: “Abla, türkü söylerken en fazla ona âşık olabilirsin...!!”
Bol aşklı, sazlı, sözlü günlere efendim! Bu gençlere feda olsun.
Doların fiyatına bakacağınıza bu fotoğralara bakın!
Kurmaca değil gerçek! Sanayi atıkları yüzünden geçen ay kırmızı akan Çorlu Deresi, bu kez de kirlilikten griye boyandı. Renkli fotoğrafta sanki tablo gibi duruyor. Ama acı bir gerçeği yansıtıyor. Çorlu bir sanayi kentimiz.
Etrafında verimli tarım arazileri... Belki de vardı demek daha doğru.
Trakya yakın zamanlara kadar İstanbul’un sebze meyve gereksinimini karşılardı. Toprakları verimlidir. Bir yılda üç çeşit ürün kaldırılırdı. Hayvancılık da öyle. Şarapçılık bile özel... Nakliye giderleri düşük. Hepsi bir yana bu bölgede yaşayan yoğun bir nüfus var. Yalnızca sular değil bütün doğa zarar görüyor. Kaybediyoruz. Doların fiyatına bakacağınıza bu fotoğralara bakın! Gerçek çözüm. Çok kolay. Alınacak üç-beş önleme ve denetime bakar.
Müjdat Gezen Yeni Ufuklar’da
Bu pazar sabah saat 10.00’da Ulusal Kanal’da Yeni Ufuklar programında yine özel bir konukla, bu kez özel bir mekandayız.
Konuğum Müjdat Gezen
Mekanımız Sanat Merkezi.
Konumuz Öğretmenler Günü. Türkiye’de sanat ve sanat eğitimi
Öğretmenler günü geçti. Ancak bize her gün öğretmen gerekli. Bize her gün sanat gerekli... her gün... her saat. Ta insanın insan olduğundan bu yana. Başparmağı ayrıldı, iki ayağının üzerine kalktı, tuttu ve çizdi ve konuştu ve dansetti... Bekleriz. Çaylar sizden konuk bizden...