On iki yıl sonra
En büyük kumpas davası Ergenekon bitti. Bugün, yani aradan tam 12 yıl geçtikten sonra meseleye soldan bakanların çoğu sadece oluşan hasarı ve kayıpları yazıyor. Sağdan bakanların bir kısmı samimi şekilde özeleştiri yaparken, başka bir kısmı ve liberaller ise içinde bolca "Ama, fakat" geçen cümleler kurarak ekranlardaki yerlerini koruyorlar.
Başarılı da oluyorlar, zamanında FETÖ’cü savcıların sözcülüğünü yapan isimler, bugün de ekranlarda FETÖ’ye nasıl tavır alıp, Ergenekon’a nasıl karşı çıktıklarını anlatıyorlar. Eskiden onları hapishaneden dinleyip sövüyordum, şimdi evimden. Tek fark bu.
Ekranlarına, bu işin en fazla çilesini çeken, mücadelesini veren ve Ergenekon duvarlarının yıkılmasına önderlik eden Vatan Partisi ya da TGB kadrolarını asla çıkarmıyorlar.
Yepyeni mağdurları ve kahramanları var artık Ergenekon davasının.
NE YAŞANDI
Hiç karmaşık değil. 2000’li yıların başından itibaren, SSCB’nin küllerinden doğan Rusya’nın, Batı Asya ülkeleriyle yeni bir kutup oluşturmasını önlemek ve bölgedeki doğal kaynaklara doğrudan el koyabilmek için, ABD tarafından oluşturulan BOP’un önündeki en büyük engel Türk Ordusu’ydu. Bir de halkı uyandırma-örgütleme yeteneği olan Vatan Partisi... Çünkü onlar, Atlantik sisteminin bittiğini Avrasya çağının başladığını görüyor ve söylüyorlardı. Ergenekon-Balyoz, bu engelleri ortadan kaldırma operasyonuydu.
Yaşanan da ABD ile Türk Ordusu arasında bir savaştı.
NEDEN YAŞANDI
Aslında Türk Ordusu’nda her şey çok iyi gidiyordu da Ergenekon yüzünden bozulmadı. Kuşkusuz çok büyük hasar oluşturdu, ama o hasarı alması kaçınılmazdı, çünkü Ergenekon bir sebep değil sonuçtu...
ABD’nin BOP önünde büyük engel olarak gördüğü Türk Ordusu, aslında o kadar da büyük engel değildi. 2007 itibarıyla yaklaşık 60 yıllık NATO üyeliğinin sonucu olan ideolojik kireçlenme, Türk subayının dost düşman ayırma yeteneğini bütünüyle körelten kariyerizm hastalığı, batıya bağımlı ateş ve istihbarat gücü, taklit eğitim, efsanevi Türk Ordusu’nun gözünü kulağını kapatmış, elini kolunu bağlamıştı. Hepsi değil elbette, bazı komutanlarımız gelen tehlikenin farkındaydı, işte bu kumpaslar onları susturmak-etkisizleştirmek, geride kalanları da sindirmek için yapıldı.
Stratejik müttefikimiz bizim içimizden casuslar devşirip en kilit noktalara yerleştirirken, savaş için yığınak yaparken sadece izledik. Çünkü NATO müktesebatı ile yetişen komuta kademesi, kendi tarihinden dersler çıkarabilme yeteneğini kaybetmişti. Bir asır önce kurduğumuz Kafkas İslam Ordusu Bakü’ye doğru ilerlerken hem İngilizlerle hem Gürcülerle hem de Almanlarla karşı karşıya geldiğinde, Genelkurmay Başkanımız bir Almandı. Yani biz "Stratejik müttefikin ilk çıkar çatışmasında düşmanın olur" dersini bir asır önce almıştık, ama bunu hatırlatacak bir sistemimiz yoktu.
Sistemin, bir mıh gibi yüreklere sapladığı ikbal kaygısı, makamdan, ömür boyu korunma ve lojman hizmetinden mahrum kalma endişesi, askerlerinin başlarına çuval geçirilirken, maiyetlerinin ellerine kelepçeler takılıp götürülürken, en mahrem harp planları mürit savcılar tarafından kopyalanırken izlemelerine neden oluyordu. Askerlerimizin başına geçirilen çuvalın "pratik bir çözüm" olduğunu söyleyebilen Genelkurmay Başkanlarımız vardı. Ha, bir de kameralar önünde ağlayarak, ne kadar endişeli olduklarını gösteriyorlardı.
Sonra büyük bir aydın yozlaşması vardı, parayı veren ne istiyorsa onu yazıp konuşan. Ruhunu batıya, ahlakını patrona satmış gazete yazarları, akademisyenler yatakçılık yaptı bütün kumpasçılara. Bu hizmetlerinden dolayı milletvekili olan bile var. Siyasetteki ve bürokrasideki yozlaşmaya girmiyorum bile...
NASIL YAŞANDI
Büyük bedeller ödendi. Ölenler, öldürülenler oldu. Bir yanda Taksim’in arka sokaklarında örgütlenip sokaklara dökülerek kendi ordusunun esir edilmesini alkışlayan güruhlar... Diğer yanda mahkeme kapılarına dayanan, çadırlarda aç susuz bekleyen yüz binler.
Bir odaya bir taş koysan yedi yıllığına, o bile değişir, biz de değiştik, hatalar yaptık, dersler aldık.
Eşimin, kızımın ve oğlumun fedakarlıklarını iki ömür yaşasam ödeyemem. Kızımın okula gidemediği dönemleri, küçük oğlumun alt bezine kadar aranmasını ve biraz büyüdükten sonra yanağından makas almaya çalışan gardiyana tekme atışını, eşimin sabah dokuzdaki görüşe yetişmek için kör karanlıkta yola düşüp başıboş köpek sürüsünün saldırısına uğramasını...
Avukatlığımı üstlenen can arkadaşlarım Yıldırım Çavuşovalı, Hanifi Altaş, Murat İnan ve rahmetli Ahmet Ülger’i... O salonun sembolü haline gelmiş iki ölümsüz aşık Adnan ağabey ve Mualla ablayı, Veli Paşamızın yakında kaybettiğimiz eşi Necla ablamızı, Hıdır Ağabey’i, Zeynep Abla’yı, bir de o barikatların önünde içine kum karıştırılmış tazyikli su yüzünden gözünden kan akan kahraman kadını unutamam...
Savunmalarımızın engellenmesini, tuvalete gitmek için bile şimdi aynı hapishanede yatan bir hakimden izin almak zorunda kalışımızı, her konuşmamızın üçüncü tarafı olmak için mahkeme salonunun tepesinden sarkan hassas mikrofonları... Her gece yaptığımız gündem toplantılarını, el yazısıyla yazdığımız kitapları, haberleri ve makaleleri, su bidonu ve süpürge sapından ürettiğimiz halterlerle yaptığımız sporları...
Demlenmiş çayları biriktirip toprak yaparak, içine dikilen bir kuru soğanın yaprağıyla yeşil görme özlemini dindirme çabamızı... Sonra beton avluya düştüğü ve çıkamadığı için ölmek üzere olan yusufçuğu zor bela yakalayıp, ağzını kestiğimiz bir pet şişeye koyup futbol sahasına götürmesi için sıkı sıkıya tembih ederek gardiyana verişimizi unutamayız.
Aydın bildirilerini, kara propaganda dizilerini, o tuhaf metalik sesiyle Samanyolu Tv’de her akşam bizim hakkımızda başka bir yalan uyduran mürit sunucuyu, gizli tanık olarak ya da oradaki diğer sanıkları suçlayarak kurtulmayı uman zavallıları, BM’den ya da NATO’dan medet umup oralara başvurular yapan büyüklerimizi hep hatırlayacağım.
NASIL SONUÇLANDI
Bana göre Köksal Şengün ayrıldıktan sonra o mahkemedeki tek hukuk adamı Mübaşir Aydın Bey idi. Bir defasında bana, "Hayatımda böyle mahkeme görmedim, konuşmak için kürsüye çıkan herkes ejderha kesiliyor, kimsenin korkusu yok" demişti. Sanırım mahkeme heyetinin en çok şaşırdığı şey, müebbetle tehdit edip yıllarca hapsettikleri bu insanların çoğunu korkutamamış olmalarıydı. Biz savaşmayı biliyorduk, ama savaşın böylesini bilmiyorduk, orada öğrendik.
Yıllar sürdü ve kumpas çöktü. Kumpası kuranlar ya hapiste ya kaçtı, aynı o kürsülerde anlattığımız gibi. Şimdi bizim yattığımız koğuşlardan, sırtlarında dosya çuvallarıyla gelip savunma yapıyorlar.
Aslında çöken sadece bir kumpas değil, Atlantik sistemi.
DEĞİŞİM RÜZGARI
Ben rüzgârı çok severim. Sanırım hapiste, 5 metrelik duvarları olan beton avlunun içinde en çok bunu özlemiştim.
Atlamadan önce uçağın kapısından kafanı uzatıp kanat-kuyruk kontrolü yaparken ya da 3 bin rakımlı bir tepenin zirvesine ulaşınca insanın yüzüne çarpan rüzgârın yaşattığı duygu eşsizdir.
Yıl 1990... nasıl da genciz, nasıl güçlü ve umutlu. Dağlar eziliyor postallarımızın altında, yorulmak diye bir kelime yok lügatimizde, vazgeçmek, pes etmek nedir bilmiyoruz. O zamanki adıyla Hava İndirme Tugayı, çok yakın geçmişte, hatta 15 Temmuz akşamı FETÖ’cü kalkışmayı ezerek Türk milletinin ve Ordusunun kaderine yön veren kişilerle dolu, isimlerini saymaya gerek yok.
Bir şarkı çıkmış yenice, Alman grup Scorpions söylüyor: Wind of change, yani değişim rüzgârı.
O günkü teorik donanımımız, şarkının klibindeki görüntüleri tam olarak anlamlandırmaya yetmiyor, nasıl yetsin? Tek düşmanın SSCB olduğu devlet kabulüne göre eğitilmişiz. Ve gördüğümüz şey, o tek düşmanın bütün sembollerinin yıkılması. Berlin duvarı yıkılıyor, Moskova’da bir rock grubu konser veriyor, Gorbaçov ve Reagan el sıkışıyor, kalabalıklar meydanları coşkuyla doldurmuş ve yeni dünya düzenini kutsayan bu şarkı eşliğinde kendini değişimin rüzgarına bırakmış, savruluyor. Barış geliyor bütün dünyaya, dostluğu taşıyor o rüzgâr, "Hiç düşünmüş müydün bu kadar yakın olabileceğimizi, kardeş gibi’’ diyor şarkının sözlerinde.
Aman ne güzel.
Fakat, bizim ellerde bir tuhaflık var, o şarkıdaki kardeşlik bizim dağlara uğramıyor ne hikmetse. Çekiç Güç gelip, önce Silopi hac konaklama tesislerine sonra Irak’a yerleşiyor. Sonrası tufan.
Şarkıdaki kardeşlik, mayın olarak geliyor bizim dağlara, değişimin rüzgârı terörist gruplarının sayılarını 10 kişiden 200-300 kişiye çıkarıyor. O zamanlar anlayamıyoruz, neden böyle oluyor.
Aradan yıllar geçmiş, o günlerde sırt çantasında taşıdığımız kalem piller ve Nusaybin’deki Japon Pasajından alınmış walkman ile Cudi’nin zirvelerinde, başıboş rüzgarlar altında bu şarkıyı dinleyen adam, bugün yazıyor işte.
O günlerde batıdan esen değişim rüzgârı, biz farkına bile varmadan egemenliğimizi alıp götürüyordu. Çok denediler son vuruşu yapmak için, 1992 Nevruzu, çuval, Ergenekon-Balyoz, 15 Temmuz, ikinci İsrail koridoru...
Başaramadılar!
O iki Amerikan helikopterinin, Osman Öcalan’ı avuçlarımızın içinden alıp götürdüğünü, PKK’lılara attıkları silah ve yardım malzemelerini gözlerimizle görmüştük. Değişim rüzgarını anlayıvermiştik daha o zaman, artık sadece üs bölgesinde okumanın yetmeyeceğini de anlamıştım, kitapları sırt çantamda taşıyordum.
Tam on iki yıl sonra Ergenekon’dan çıkışımızın ne anlama geldiğini çoğu kimse tam anlayamamıştır.
Şimdi bütün bu saldırıları birer birer savuşturduktan sonra, kırk sekiz yaşımda yüzüme çarpan doğu rüzgarını hissediyorum. Hazar kıyılarından, Sarı Nehir’den, İpek Yolu’ndan geliyor.
Artık rüzgârı da anlamını da tanımlayabiliyorum.
Yeni bir dünya kuruluyor, ama batı için bence farklı bir anlamı var bu rüzgârın. Bir dizi filmde duyuluyor: ‘’Winter is coming.’’ Silaha dayalı ekonomileri çöküyor, orduları yeniliyor, kış geliyor oralara.
Çünkü Ergenekon’dan çıktık biz.
Bu arada benim bir Yargıtay sürecim de olacak çünkü mahkeme, büyük bir hata yaparak bana 3 yıl 4 ay ceza verdi. Yani savaş alanına ilk giren ve en son ayrılan olacağım. Bunu da bir ayrıcalık olarak görüyorum, çünkü rüzgâr güzel esiyor, tam on iki yıl sonra...