Saray’ın kâbusları
“İnsanı, bilinmeyenin dokunuşundan daha çok korkutan hiçbir şey yoktur” der Elias Canetti ve ekler: “İnsanların etraflarında yarattıkları bütün mesafelerin nedeni bu korkudur.”
Muktediri en fazla korkutan sınırsız iktidar mecburiyetidir. Bu mecburiyetin anaforuna kapılan muktedirin geri dönüşü, yaptığı hataları telafi etme şansı yoktur. Bir adım gerilese, bir seçim kaybetse, işlediği bütün suçların ve ihanetlerin önüne dağ gibi yığılacağını ve kendisinden hesap sorulacağını bildiği için sınırsız iktidar arayışına mecburdur.
Kendisini herkesin ve her şeyin üstünde tutmaya mecburdur. Denetleyici, sorgulayıcı, hatta muhalif hiçbir kurum ve güç kalmayana kadar kendi iktidarını tahkim etmek, merkezileştirmek, çevresini menfaat ağlarıyla örmek, kendi silahlı gücünü oluşturmak zorundadır.
Yasama gücünün üstüne çıkmak için ülkenin yasalarıyla oynar. Gözünü ülkenin yargıç ve savcılarından ayırmaz. Günün birinde bir Cumhuriyet Savcısı çıkıp herkesin gözüyle gördüğü, kulağıyla işittiği, neredeyse eliyle dokunduğu somut kanıtları bir fezleke haline getirip Yüce Divan’a (az kalsın “İstiklâl Mahkemesi’ne” diyecektim!)... İşte bundan çok korkar, çünkü ne yaptığını en iyi bilen yine kendisidir. Bu nedenle sonuna kadar gitmek zorundadır.
İç savaşı göze alır. Hatta öyle bir an gelir ki iç savaşı, büyük bir iç karışıklığı kendi kurtuluşu olarak görür. Bu yüzden ülkenin nizami ordusunu yeniden tertiplemeye, iç güvenlikten sorumlu jandarma, özel kuvvetler gibi askeri unsurları kendi kadrolarıyla yenilemeye, sokaktan adam toplamaya başlar. Bizler “Kuleli açılsın!” diye duygusal konuşmalar yaparken, askeri personel alım merkezlerine kendi adamlarını yerleştirir. Benzetmek gibi olmasın ama 1933’te Hitler iktidara geldiğinde en büyük korkusu Prusya askerî geleneğine bağlı Alman ordusuydu. Komplo ve şantaj yöntemleriyle komuta kademesini esir aldığı orduyu (hâşâ huzurdan!) savaş koşullarında bile siyasî polisle (SS) denetledi. Fakat Hitler ne yaptığını biliyordu ve bağımsız hareket edebiliyordu.
Bağımsız hareket edemeyen, dış güçlerin şantajına, suç dosyalarına ve tehditlerine maruz kalan muktedirin “bilinmeyenin dokunuşu”ndan duyduğu korku daha beterdir. Daha da büyük bir korku yaratarak, üretmeden beleş yaşamaya alışmış taraftarlarını silahlı linç grupları halinde ortalığa salıvermeye, muhaliflerini sindirmeye, bütün bir halkı korkutarak dikkatleri kendi üzerinde toplamaya eğilimlidir. Birbiriyle çelişen sözlerine ve davranışlarına farklı ve aynı ölçüde birbiriyle çelişen anlamlar yükleyen insanları sürekli şaşırtır.
İnsanlar muktediri hukukla, mantıkla, insafla, tarihin şaşmaz diyalektiğiyle ya da “demokratik teamüller”le tartmaya devam ettikçe yanılmaya ve şaşırmaya devam edeceklerdir. Kendi mantığımızla karşımızdaki insanın davranışlarında bir mantık ve anlam bulmaya, onu uyarmaya çalışırız. Oysa onun korkuyla kamaşan mantığı çok farklıdır ya da yoktur.
Sonuç olarak, ülkenin KHK’lerle yönetilmesinde, iç cephe değil iç savaş hazırlıklarında, dış politikadaki inanılmaz savrulmalarda şaşılacak bir şey yoktur. Hatta kınanacak, eleştirilecek bir şey de yoktur. Bu ülkenin aklıselim ve yurtsever insanları ülkenin kaderini yaldızlı avizeli bin odalı Saray’ın kâbuslarına herhalde terk etmeyeceklerdir.
2017’nin bu son yazısını bitirirken, yeni yılda başta kendim olmak üzere herkese akıl fikir, metanet ve cesaret diliyorum. Bazen bir adım atmak için bin uçurumdan geçmek gerekir.