Türk Ordusu’nun kudreti
Aydınların ana sorumluluklarından biri, sadece vatandaşı oldukları ülkeyi değil, dünyayı da takip etmek ve olaylara mümkün olan en geniş perspektiften bakmaktır. Aksi halde 1.Dünya Savaşının Avusturya-Macaristan Veliaht Prensi’nin bir suikastle öldürülmesi sebebiyle başladığına inanır ama meselenin ekonomik ve askeri sebeplerini göz ardı etmiş oluruz. En önde görünen olaylara fazla baktığınızda meselelerin asıl gerekçelerini, birbirlerine etkilerini, yarınları şekillendirme kabiliyetini de göz ardı edebilirsiniz. Örneğin, PKK’nın ortaya çıkışını sadece “Diyarbakır Cezaevi’nde yaşananlar” üzerinden açıklamaya kalkarsanız belki bir kaç kişiyi inandırırsınız ama meselenin ASALA’yla, Türkiye’nin üstünde bulunduğu toprakla, bölge devletlerinin ve küresel güçlerin hedefleriyle, dünya ekonomik düzeninin büyük ulus devletlerden haz almadığı gerçeğiyle olan ilgisini de kuramazsanız. Böylece uyuşturucu ticaretini de, kaçakçılığı da, paralı askerliği de, emperyalizme “ücreti karşılığında” hizmeti de yerli yerine oturtamazsınız.
Benzer şekilde Yunanistan’da her gün Türkiye karşıtı açıklamalar yapan, her türlü provokasyon girişiminde bulunan ırkçı Savunma Bakanı Panis Kammenos’un yaptığı eylemleri de sadece “Türk düşmanlığı” üzerinden açıklamak; Doğu Akdeniz’de süregiden “enerji savaşlarını” göz ardı etmek ve emperyalizmin “Yunanistan sopasını” gösterdiği gerçeğini anlamamakta ısrar etmek demek olabilir.
Oysa hayat, “fazla naifliği de yanlışta ısrarı da” çok kaldırmaz. Siz olayların akışını tam anlamadığınız süre zarfında rakip devletler çoktan kendi çıkarlarına uygun hazırlıkları yapmış olabilirler. Siz, mücadele ettiğinizi sanarken belki de onların “oyalanmanız” için size sunduğu gölgelerin peşinde enerjinizi kaybetmiş olabilirsiniz. Bu yüzden her devletin daha en baştan “kurumsal önlemler” alması gerekir. Yani hayat akıp giderken, dünyanın nereye gittiğini görecek, takip edecek, öneriler sunacak kurumlar bir yandan harıl harıl çalışıyor olmalıdır. Binlerce yıllık tarihiyle bu görevi geçmişte Türk Silahlı Kuvvetleri fazlasıyla yerine getiriyordu. Akademileriyle, okullarıyla, enstitüleriyle, yurtdışına gönderilen subaylarıyla ve herşeyden önce büyük bir özgüvenle Türk Silahlı Kuvvetleri dünyayı okuyor, gelişmelerin yönünü tayin ediyor ve atılması gereken adımlar konusunda hükümetlere yol gösterici oluyordu. Örneğin daha Doğu Akdeniz’de enerji savaşları başlamadan çok önce TSK, Türk Donanmasının imkan-kabiliyetlerinin arttırılmasının “hayati” öneme sahip olduğunu tespit etmiş ve hızlı bir “zamana uyum” süreci başlatmıştı. Hatta öyle bir noktaya gelmişti Türk donanması Karadeniz’den Ege’ye, Ege’den Akdeniz’e kadar her yerde bayrak göstermiş ve bölgenin en caydırıcı, en kudretli gücü haline gelmişti. Tabi TSK ve zamanın hükümetleri bunları yaparken birileri de Ergenekon, Balyoz, Askeri Casusluk gibi kumpas davaları hazırlamakla meşguldü. TSK’nin kurumsal yapısını savaşarak yok edemeyeceğini bilen odaklar; yalanlarla, iftiralarla, düzmece belgelerle Türk Ordusu’na çullandılar. Türkiye, kumpas davaları sürecinde sadece 10 yılını kaybetmedi aynı zamanda “gelişme hızını da” kaybetti. Ardından gerçekler su yüzüne çıktı ama bu esnada kağıtlar da yeniden dağıtılmış oldu. Türk Ordusuyla boy ölçüşemeyen odaklar işi 15 Temmuz’daki alçaklığı kadar götürdüler ve son bir hamle daha yaptılar. Ne mutlu bizlere ki Kahraman Türk Subayı ve Mehmetçik 15 Temmuz’daki hain kalkışmayı da kısa sürede bastırdı. Fakat bu esnada kayıplar da arttı. TSK, değişen dünyaya ayak uydurmak için enerjisini harcamak yerine ardı arkası kesilmeyen saldırılarla uğraşmak zorunda kaldı. Meseleye bu açıdan baktığımızda 90’lı yıllarda başlayan ilerleme kesintisiz devam etmiş olsaydı bugün Yunanistan Savunma Bakanı’nın sesini bile çıkaramayacağı bir noktaya ulaşmış olacaktık. Ama pek çok hata yapıldı, pek çok kumpasta doğru tepkiler verilemedi ve maalesef Türkiye topyekun potansiyelinin altında ilerledi.
Bu noktada sevindirici olan tek şey: Uyum kabiliyeti. Hem TSK hem de Türk Milleti, başkalarının kısa sürede yok olup gideceği badireler karşısında yeni duruma uyum sağlamayı bildi. Bunca yanlışa rağmen binlerce yıllık geleneğe sarılarak imkansızları başardı. Afrin Harekatı, tüm dünyaya Türk Ordusunun hala dimdik ayakta olduğunu gösterdi. Mehmetçik herşeye rağmen Türkün bu topraklarda sonsuza kadar kalmasının teminatı olduğunu bir kez daha ilan etti. O halde bir kez daha başlamak, bir kez daha Türk Ordusunu, kurumsal ilerleme rotasına sokmak en büyük vazife olmalı. Meseleleri sadece görünen yüzüyle değil arka planıyla da ele alacak, tehlikeleri önceden sezip gerekli adımları atacak, Atatürk’ün izinde, aklı ve bilimi esas alacak bir bakış açısını hakim kılmak gerekli. Bu imkan verilirse Türk Ordusunun da Türk Milletinin de “durdurulamaz” olduğunu bir kez daha dünyaya gösteririz. İşte o zaman gerçekten Atatürk’e de layık olmuş oluruz.