Türkiye isterse kur savaşını kazanabilir!
O günü hiç unutmadım…Hala aklımda… Bir sonbahar günü arkadaşımla beraber Valde Mektebi’nin en belalı, en sert matematik hocasının önünde sözlüye çıktığımızda kendimi Roma’da Kolezyum’da birazdan ölecek bir gladyatör gibi hissetmiştim. Arkadaşım integral sorusunu çözemeyince hocamız “Sen ne diyorsun?” diye bana sordu. Ben, arkadaşım uğraşırken düşünme fırsatı bulduğum için hesabı yapmıştım ve doğru yanıtı söyledim. Hocamız bana baktı ve şunu söyledi: “Yaşamda katlı integralden daha büyük sorular, sorunlar önünüze gelecek, bunlar ne kadar büyük olursa olsun, sizler çözebilirsiniz. Lakin bir koşulu vardır. O da sorulara, sorunlara ilim gözlüğünü takarak soğukkanlı bir şekilde bakmaktır.”
Şimdi Türkiye’de ekonomik sorunlar büyümeye başlayıp, kur yukarı hareket etmeye başlayınca konuşulanlara, yazılanlara baktığımızda ya panik, ya öfke, ya da yanlış teşhisler görüyoruz…
Kitabın ortasından gireceğim kimse kusura bakmasın…
Kuru, faiz artırımı yaparak dizginleyemezsiniz. Faiz ya da kur tercihi “Kırk katır mı? Kırk satır mı?” sorusu gibidir. İkisi de sonsuza kadar yükselemez zira ekonomiyi tahrip ederler.
Kuru, rezervleriniz belli düzeydeyken Merkez Bankası’nın döviz satım ihaleleri, rezerv opsiyonu ya da depo işlemleri mekanizması ile de kontrol altında tutamazsınız.
Kur siyasilerin birbirleriyle boğuşmaları veya mitinglerde yüksek sesle bağırmalarıyla da düşmez.
İLİM GÖZLÜĞÜNÜ TAKMAK
Türkiye’de sorunun kaynağı enflasyon. Yani fiyatlar genel düzeyinin düzenli bir şekilde artması. Bunun nedeni ise belli: Ülkede talep arzdan fazla. Yani üretim 3 birim ancak topluma 5 birim gerek. Talep edilen miktar fazla, üretim az olunca fiyatlar doğal olarak yükseliyor.
Peki neden üretmiyoruz? Ekonomide neyi, kime, kimin tarafından, hangi yöntemlerle, hangi fiyattan üreteceğiniz bir tercih meselesidir. Türkiye’de bu tercih bugüne dek konut, tekstil, montaj otomotiv ve ithalata dayalı bir ihracat stratejisine dayanıyordu.
Bu tercih 2008 yılında ABD Merkez Bankası FED’in krizden çıkmak için bilançosunu büyütmesi yani parasal genişleme (ekonomi canlansın diye piyasaya para basmak) ile örtüştüğü zamanlarda başarılı oldu ancak parasal genişleme bitmeye başlayınca da (piyasadaki fazla paranın enflasyon yaratma riski nedeni ile geri çekilmesi) sıkıntılar kendisini göstermeye başladı.
ÇÖZÜMÜN ADI BELLİ
Çözümün adı bellidir: Üretim ekonomisi…
Üretim ekonomisi denilen kavram yukarıda bahsettiğimiz talebi doyurmayı hedef alır. Dün konut yaparak ekonomi içinde yüzlerce sektörü harekete geçirmek doğruyken, bugün bu stratejide ısrar etmek artık yanlıştır. O zaman yapılması gereken biran önce üretmeye başlamaktır.
Üretim ekonomisine geçmekse “haydi yarın üretmeye başlıyoruz” demekle olmaz. Bir gecede uçak, gemi, bilgisayar üretecek yeteneğe kavuşamazsınız. Bunun ilk adımı tıpkı Güney Kore’nin yaptığı gibi eğitimde reformdan geçer. Eğitim sistemi içinde öğrencilerinizin hepsine İngilizce öğreteceksiniz ki dünya ile iletişim kurabilsinler, kod yazmayı öğreteceksiniz ki dijital dünyaya hakim olsunlar, tohum ekmeyi bilecekler ki nüfusu doyurabilsinler…
Bu adımı endüstrinizi bilgisayarlarla buluşturarak yapacağınız sanayi reformlarıyla takip edeceksiniz. Piyasaları yeniden yapılandırıp ne üreticiyi ne tüketiciyi mağdur edeceksiniz. Aracılar, kan emiciler, tefeciler ortadan kalkacak. Ve arkasından hukuk alanında reform yapıp adaleti herkese eşit bir şekilde uygulayacaksınız. Böylece ülkenize korkmadan yerli ve yabancı sermaye gelip fabrikalar kuracak, bir gün başım derde girerse tarafsız yargı beni korur diyecek…
Artık Türkiye’nin yapması gereken anlık ya da slogan tarzı kolay çözümleri bırakıp ilim gözlüğünü takıp yapısal reformlara yönelmek, yeniden yapılanmayı tesis etmektir.
Bahsettiğimiz bu ana başlıklara ilişkin niyet beyanı bile rekor kıran kuru önce durdurur, sonra yaşama geçtikçe düşürür. Çünkü hiçbir şey bir halkın ve onu yönetenlerin kararlı iradesi karşısında duramaz.