15 Kasım 2024 Cuma
İstanbul 13°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Uzay nedir?

'Uzay-zaman büyük bir kaptır, diğer her şeyse onun içinde döner.'

Uzay nedir?
A+ A-

Emily Thomas'ın 300 yıllık felsefe muharebesini inceliyoruz. Dağlar. Balinalar. Uzak yıldızlar. Bütün bunlar uzayda bulunuyor, biz de öyle. Bedenimiz uzayda belli bir yer kaplıyor. İş yerimize doğru yürürken, uzayın içinde hareket ediyoruz. Peki ama nedir uzay? Gerçek ve fiziksel bir madde mi? 1717’de bu soru üzerinden bir muharebe ortaya çıktı. Tam 300 yıl sonra hala devam eden bu tartışma yazısını huzurlarınıza sunuyoruz.

Fizikçilerin uzay problemini “çözdüklerini” düşünüyor olabilirsiniz. Matematikçi Hermann Minkowski ve fizikçi Albert Einstein bize, içinde hem büyük hem de atom gibi küçük şeylerin nasıl hareket ettiğini kavrayabilmemiz için uzayı ve zamanı, bütünleşik bir süreklilik olarak tasavvur etmeyi öğretmişlerdi. Yine de hiçbir biçimde uzayı çözümlemiş değiliz. Evrenin içinden bütün maddeleri çekip çıkardığınızda, geriye uzay kalır mıydı?

Yirmi birinci yüzyıl fiziği, uzayın iki farklı yönünde uzlaşmakta: “ilişkiselcilik” (relationism) ve “mutlakçılık”. Bunların her ikisi de tanınmalarını Ansbach’lı Caroline (1683-1737), yani Almanya doğumlu Britanya Kraliçesi Caroline’e borçludur;

Caroline gözü pek bir filozoftu ve 18. yüzyıl başlarında döneminin önde gelen felsefelerini birbirleriyle karşılaştırmayı tasavvur edebilmişti. Kıtada filozoflar “rasyonalizm” etrafında takılıp kalmış, oturdukları yerden topaç çevirir gibi dünya teorileri döndürüp duruyorlardı. Bu sırada Britanyalı filozoflar bilimden esinlenen, gözleme dayalı “deneycilik” teorileri geliştirmekteydiler. Robert Boyle ve Isaac Newton gibi bilimcilerin müridi gibiydiler.

Caroline iki filozoftan mektuplaşmalarını istedi. Bunlardan biri Alman filozof, örnek rasyonalist Gottfried Leibniz’di; diğeriyse İngiliz filozof Samuel Clarke, o da Newton’un yakın arkadaşıydı. İki adam arasındaki bu mektuplaşmalar 1717 yılında A Collection of Papersadıyla yayınlandı. Bu renksiz isim bir şeye benzemiyor ama aslında çalışma devrim niteliğindeydi ve temel meselesi de uzayın doğasıydı.

HER ŞEY Mİ? YOKSA HİÇ BİR ŞEY Mİ?

Yıldızlar arasında uzay var mıdır? İlişkiselci (relationist) Leibniz uzayın nesneler arasındaki uzamsal mesafe olduğunu ön sürdü. Avustralya, Singapur’un “güneyindedir”. Ağaç, çalının “üç metre solundadır”. Sean Spicer ise çalının “arkasındadır”. Bu da demektir ki uzay, ilişkilendirdiği nesneler olmaksızın var olamaz. Leibniz’e göre, hiçbir şey var olmadığı halde, ortada uzamsal bir ilişki de bulunamayacaktır. Evrenimiz ortadan kalksa, uzay da var olmayacaktır.

Bunun tersine mutlakçı Clarke uzayın her tarafı kaplayan bir unsur olduğunu öne sürmekteydi. Uzay dev bir kap gibi, evren, yıldızlar, gezegenler ve bizi kapsıyordu. Uzay bir şeyin bir yerden bir yere hareket edebilmesine izin veren bir ortamdı; yoksa bütün maddesel evrenimiz nasıl olup uzayda hareket edebilirdi? Dahası Clarke, uzayın ilahi olduğunu söylüyordu, uzay Tanrıydı. Clarke’a göre, şayet evren ortadan kalkacak olursa, geriye uzay kalacaktı. Tıpkı Tanrıyı silemeyeceğiniz gibi uzayı da silip atamazdınız.

Leibniz-Clarke mektupları 18. yüzyıl düşüncesinde büyük patlama yarattı. Newton gibi bu patlamaya çoktan dahil olmuş düşünürler daha da derine sürüklendiler. Newton uzayın maddesel nesneler arasındaki ilişkilerden fazlası olduğunu ileri sürdü. Ona göre mutlak bir bütünlük vardı ve her şey buna göre hareket ediyordu. Buradan da “ilişkisel” ve “mutlak” hareket arasında bir ayrım doğuyordu. Dünya, Güneş gibi diğer maddesel şeylere göre hareket ediyordu ama aynı zamanda mutlak olarak da hareket ediyordu -uzaya göre.

Diğerleri partiye sonradan katıldılar, mesela Immanuel Kant. Kant, uzayın, insanların dünyayı anlamak için gerçek bütün yerine kullandıkları bir kavram olduğuna inanıyordu. Uzay üzerine fikir sahibi olanlar yalnızca filozoflar ve fizikçiler değildi. Manifaturacıdan çiftçiye kadar her türden insanın bu konuda söyleyecekleri vardı. Uzay hakkında ortaya çıkan farklı düşüncelerden biri diğerlerinden özellikle ayrılıyordu ki bu da Thomas Amory’nin 1755 yılı tarihli Memoirs: Containing the Lives of Several Ladies of Great Britain‘ıydı.

TANRI PROBLEMİ

İnsanlar Clarke’ın uzayın Tanrı olduğu fikrine karşı vesveseli bir tavır alıyorlardı. Yani bu, devamlı olarak Tanrı’nın içine doğru hareket etmekte olduğumuz anlamına mı geliyordu? O zaman Tanrı sadece her şeyi görüyor değil, her yerde mi demek oluyordu? Bir taraftan da Büyük Şeyler hakkında endişeye kapılmışlardı. Mesela bir balina mukaddes insandan daha fazla yer kaplıyorsa, o zaman balina daha mı mukaddes oluyordu? Dağlar çok büyük olduğuna göre onlar da Tanrı gibi bir şey miydi?

20. yüzyıl filozoflarından Bertrand Russell’ın öne sürmüş olduğu gibi aslında büyüklüğün peşine düşmemek gerekti. “Sir Isaac Newton bir hipopotamdan oldukça ufak olmasına karşın kendisini bu devden aşağı değerde kabul etmiyoruz,” diye yazmıştı. Bazı 18. yüzyıl düşünürleri bu konuda hem fikir olmasa gerek zira hipopotamı Newton’dan daha değerli görmek gerekir mi diye endişeleniyorlardı.

Bugün, Tanrı kavramı artık tartışma ortamından uzaklaşmaya başladı. Artık bazı çağdaş filozoflar, örneğin Tim Maudlin ve Graham Nerlich güncel fizik teorilerinin Clarke’ın bakış açısını destekler olduğunu (tabii dini kısmı çıkararak) söylemekteler. Uzay-zaman büyük bir kaptır, diğer her şeyse onun içinde döner.

Kenneth Manders ve Julian Barbour gibi diğer filozoflarsa, fiziğin bu ikisiyle uyumlu olması gerektiğini ve ayrıca Leibniz’in teorisinin doğru olduğuna inanmak için başka gerekçelerin de olduğunu düşünüyorlar. Şayet fizik sahiden mutlaklıkla ya da ilişkisellikle uyumlu ise o halde daha basit bir teori olarak ilişkisellik teorisini tercih edebilir miyiz? Neticede neden devasa bir varlığı kap yerine koymamız gereksin ki?

Uzay-zaman üzerine çalışan bir tarihçi olarak, tartışmanın evrilmesi, 300 yıl önce başlamış olup böylesine yayılıp gelişmiş olması benim için heyecan verici. Açıkçası, Leibniz-Clarkemektuplaşmaları, felsefe dünyasının dışında pek bilinmiyor olsa da başlattıkları tartışma hala devam etmekte. Ansbach’lı Caroline’in cevaplayacağı çok şey var.

EVRİMAĞACI

Son Dakika Haberleri