‘Hayvan ve hayvanseverlik’ tartışması üzerine birkaç düşünce
Sayın Sezer Özseven’in kaleminden “Hayvansever Değiller İnsansevmezler” başlıklı, sosyal medyada hayvan mamalarındaki %18 KDV’nin kaldırılması için başlatılan kampanyayı konu alan yazı aydınlık.com.tr'de yayımlandı. Sayın Cemil Gözel “Hayvansever Değiller İnsansevmezler Başlıklı Yazıya Eleştiri” başlıklı yazıyla eleştirilerini yazdı ve son olarak Sezer Özseven “Metalaşan Hayvan Sevgisi ve Yalnızlaşan İnsan” başlıklı yazıyla konuyu sürdürdü.
Bu yazı, tartışmanının konusuna birkaç noktadan değinmek için. Bunun sebebi tartışmanın her üç yazısındaki birçok haklılık noktasını es geçmeme çabası. Kadrajı biraz döndürerek düşünülmeden geçilmemesi gerektiğini düşündüğüm açıya işaret etme çabası.
Sezer Özseven’in yazısı pek çok haklı noktayı barındırıyor. Yazıda “Hayvan mamasına verilen kıymetin mamasız büyüyen bebeklere verilmediğini görüyoruz” dendiğinde, evet, böyle insanlarımızın olduğu bir vakıa, belki de sayısı azımsanmayacak ölçüde. Şunlar sorulduğunda: “Bugün hayvan mamasındaki KDV’yi dert edenlerin derdi niye insanların yarı çıplak sokaklarda uyumak zorunda kalması değil? Niye küçücük çocukların köprü altlarında mendil satması değil? Niye iş bulamadığı için intihar eden bir üniversite mezunu genç değil?”; evet vardır bu insanlarımızdan ve yazı konusu edilecek kadardırlar belki de. “Neoliberalizm yalnızlaştırdığı insanı aşırı hayvan sevgisiyle, aşırı doğa sevgisiyle o fanusun içinde tutar” dendiğinde hakeza.
Bu yazı, Sezer Özseven’in yazılarında söylemediklerine odaklı. Bir yazıya söylediklerinden çok söylemedikleri üzerinden yaklaşmak bazen eleştirebilmek için iyi olabilir, fakat düşünceyi çıkmaza ilerletip donuklaştırabilir de. İnsan belli bir zaman-mekan aralığında bazı şeyler söyleyebilir, her şeyi değil. Üç saniye içinde doksan dokuz kelime söylenemez, bir makalede de her şey. Bence o yazılarda söylenebilecek doğruların bir yönü söylenmiştir. Yazıları okuyanlar onlardan öğrenebilir. O yüzden baştan Kayzerin hakkı Kayzere, Tanrının hakkı Tanrıya.
Sanırım sayıları şimdilerde azalan, mahallesinde adı “deli kadın”a çıkan, kedileri besleyen, kedilerle yaşayan kadınlar vardı, varlar. Çoğumuz görüp tanımışızdır. Onlar öyle neoliberalizm filan yoğ iken, kediciklerli sosyal medya show’u gibi bir şeyin bilinmediği zamanlarda mahalledeki kedileri beslerlerdi. Çok sayıda tanıyınca o insanlardan; hal tavırlarının, konuşmalarının, gülümsemelerinin, yürüyüşlerinin bir yönüyle birbirine benzediğini anlıyorsunuz. Onlar örneğin hiç de Sezer Özseven’in yazılarında anlatılan tipolojiye sığmayan insanlardır. Evinde, yanında yöresinde hayvan yaşayan insanların profillerini çıkarabilecek veriler elde olsa (belki de vardır) daha doğru yorumlar yapabiliriz. O deli kadınlar ve “deli” olmayan benzerleri, giderek hayvanlarla birlikte daha fazla yaşıyorlar ve muhtemelen ne o insanların büyük kısmı yazıda söz edilen kadar “bir elinde cımbız bir elinde ayna” yaşıyorlar ne de o hayvanların pek büyük bir kısmı “bebek elbisesi giydirilip AVM gezdirilen kediler” ve “kuaföre götürülen süs köpekleri”. Çocukken haftasonları televizyonda filmlerini izlediğimiz evli mutlu çocuklu ve arabalı American way of life’ın ünlü Lassie’si olduğu gibi diğer yandan Haçiko da var. Kaldı ki kim bilir, Lassie’lerle yaşayan insanların da öğrendiği başka ne mühim şeyler vardır. Verileri daha iyi bilmek bu konulardaki peşin hükümden gelen hataları azaltıp doğruluğu artırır. Mama konusu gibi konulardaysa; yüz yıl önce büyük büyük dedelerimizin ninelerimizin hayvanlara sunduklarının aksine bugün kentte sunulabilecek besinlerin birçoğu biyolojik işleyişlerine zarar verebiliyor. Keza metropollerdeki insanlar da yüz yıl önce ihtiyaç duymadıkları takviye besinlere, vitaminlere vs. ihtiyaç duyuyor. Evlerde ya da insanlarla aynı çevrede yaşayan hayvanlar için zaten insanın da uyumlanmakta zorluk yaşadığı kentleşme diye bir olgu var ki, hızı üstel artıyor. Bu sürecin maruz kalanı konumunda olan insanlarla beraber hayvanlardır da. Çevresindeki temalar artırılabilir. Pir Sultan Abdal ile AVM’de peluş kedi gezdirenleri iki zıt kutba yerleştirip korunaklı bir düşünce çatısı kurarken bu noktaları es geçmemek, olgularının yekûnunu neoliberalizm şemsiyesinin altında toplamadan evvel ayrımlara özen göstermek faydalı olur.
Cemil Gözel’in dediği gibi “Doğa da hayvanlar da insan için vardır” tümcesi yazının tezi ise ve ana omurgasını oluşturuyorsa bu yazıya rengini ne ölçüde vermiş? Kuşkusuz nelerin söylenip nelerin söylenmediği, veriler setinden hangilerinin seçildiği, pek de tarafsız (nötr) bir eylem olmayabilir. Sezer Özseven’in yazılarında yaptığı seçimler ne ölçüde tarafgir? Ya da tersinden düşünülürse: Bu tez savunulmadan böyle bir yazı yazılması mümkün olur muydu? Aslında mümkün görünüyor. Yazıdaki esas fikirler bu tez olmadan da savunulabilir. Bunun mümkünatını kafa yormak isteyene bırakmakla yetineyim.
“Doğa da hayvanlar da insan için vardır” tezi olmadan da bu yazıları savunmak mümkün olsa bile bir soru daha kalıyor: Ya yazıların açısını, vurgusunu, örnek seçimlerini belirleyen ya da en azından yönlendiren bu tezse? Sadece bu yazılar değil; benzer fikirleri paylaşan, toplamı bildiğinden emin olmadan toplamın bir veçhesinin etkisini olduğundan büyük hesaplama, örnekleri ve tipoloji tasvirleri için belli bazı örneklem kümelerini hesaba katıp başka bazılarını gözardı etme eğilimde olan herkes sorunun muhatabı kılınabilir.
Homo sapiens sapiens’ler olarak (6 Aralık’ta kaybettiğimiz Teoman Duralı’nın hoş Türkçeleştirmesiyle “bildiğini bilen beşer”), evrenin ve Dünya’nın toplam zamanının ve mekanının çok minik bir kısmında varlık bulmuş olan canlılarız. Bu tartışmanın yapıldığı dil olan Türkçe toplamın daha minik bir kısımda vardı. Halihazırda bildirişimde bulunduğumuz yazılı Türkçe ise daha da minik. Karnavala pek geç zamanlarda ortaya çıkan üretmelerle (dil ve yazı gibi) ve en sonlardan bilet bulmuş bir tür için; merkezde oturma talebi ve dahası homo sapiens sapiens olmayan koca varlık alanını homo sapiens sapiens-için-varlık derekesine indiren sav, son durağı öyle kestirme yoldan bulunamayacak bir uzun yol olmalı. Soru soran pek çok insan için bu yol giderek uzuyor. Süreklilik arz eden bir patikada soru sorabilmeyi mümkün kılan ön koşul, hayatını sürdürebilmek için hayvanları öldürme ya da hayvanların ürünlerini zilyetine geçirmek eylemlerini doğrudan yapmak ve tanık olmak mecburiyetinde olmayan insanların sayısının artması olarak gözüküyor ki önemli ölçüde gerçeklik bulmuş vaziyette. Dünyanın büyük bölümünde, artık nufüsün büyük kısmı bu eylemlerin çıktılarına (et, süt vs.) dolaylı yollardan erişme lüksüne kentleşmenin ve teknolojinin çeşitli kanallarıyla erişmiş durumda. Ek olarak; hayvanların hayatlarını, Dünya’nın dört bir yanındaki doğayı ve evreni çok iyi anlatan belgesellerin hemen herkesin ulaşabileceği hale gelmiş olması bu konularda içgörüyü artırdı. Kuşkusuz bu gelişmelerin zıt yönde vektörleri de var. Gelişmiş kent kanalizasyonları sayesinde bir yandan milyonlarca insanın dışkısı yerin altında buluşurken diğer yandan yerin üzerinde ayrı hanelerde nezihçe yaşanıyor ve nezahet kalıplarına aykırı davranışlar toplumun gözünde esas olarak hayvanidir. Sürekli sahne arkasını zihinde tutarak sahne önünde sergilenen tiyatro oyunundan keyif almak zorlaşabilir ya da bir sinema filminin aslında kurgu olduğunu unutmadan ağlayabilmek. Fakat nihayetinde soruların filizlenmesini mümkün kılan zemin bir şekilde tesis edilmiştir.
Bu gibi gelişmelerle oldukça paralel şekilde; pek çok dinde Tanrının insan için kendisinin bir altında, fakat kalan bütün varlık ve canlılık aleminin hep üstünde ayırdığı koltuğun aldığı darbelerle de yol öyle bir nefesle merkeze oturulamayacak kadar uzuyor. Tarih boyunca hemen her kuşatıcı ve büyük insan kitlelerine tesir etmiş mitten, dinden, ideolojiden talep edilen “büyük sorular”ın yanıtlarını görüşmek için kurulan geniş ve ferah masanın etrafına insanların hem nicel ve hem nitel yönden giderek daha çok toplanabilmesiyle kestirme yollar kapanıyor. Dünya dışı uzay, insan genomu, yapay döllenme, insan eliyle canlı varlık üretimi, evren için başlangıç ve son sorununa deneysel adımlamalar, yaşamı sonlandırma ihtimali üzerinde endişelenilen nükleer silahlar, küresel ekolojik yıkım, yapay zeka ve paralelinde tam otomasyon potansiyelinin ufukta görünür gibi olması, son yirmi otuz yılda teknolojinin el vermesi sayesinde insanın (ve felsefe yapmaların, ki insanı hayvan-ı nâtık olarak, logos’a sahip olmakla nitelediler) belli haklılık payıyla hep övünegeldiği bilincinin ve dilinin ne’liği üzerine yapılan devasa bilimsel-düşünsel çalışmalar. Yeryüzünde milyonlarca insan, bu meseleleri ama ihtisas düzeyinde ama okuryazarlık düzeyinde ama oradan buradan bilgiler toplayarak okuyor, izliyor, biliyor ve düşünüyor. Ve bu liste muhtemelen eksik.
Delfi Tapınağı’nda “kendini tanı” yazıyor. Antik Yunan dünyasında bir uyarı olarak okunuyor. İnsan evrendeki birçok varlıktan farklı olarak örgenlenişi bir gün dağılacak sonlu bedende sonsuza dair düşünür, demek ki sonsuzdan pay alır. Böylece insan kemâle aşıktır, Tanrılara öykünür. İki kapı açılır: Harikulade uyumlar ve güzellikler de yaratabilir insan, en büyük çatışmaları ve çirkinlikleri de. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ni o yazdı, Atom Bombası’nı patlatmanın eşiğinden de o döndü. Her ne kadar insanlığın hala çok büyük bir oranı onlara ulaşamamış olsa da (inşallah o günler de gelecek) muazzam teknik gelişmeyle herkese yetebilecek üretimi de o başardı, Dünya’nın damını delip ekolojik yıkıma kapı aralamayı da. Destanlar, insanlığın en ölümsüzleşen eserlerinden olup sayısız nesle yaşama dirimi vermiştir, yine de “Der Himmel über Berlin” (Berlin Üzerinde Gökyüzü) filmindeki şairin dediği gibi “Henüz kimse barış üzerine epik yazmayı başaramadı”.
Yüksek Sadakat’in 2008’de yayımlanan şarkısında, özellikle “bu evrende bir tozsun, tarih seni unutsun” dendiğinde, insanların bu kadar kendini bulması, Tekelci Küresel Sermayenin kesintisizce diri tutmaya çalıştığı eksiklik hissiyle kendini toz taneceği gibi gören bir kuşağın olduğu kadar insana-yaşama-kainata ve dolayısıyla hayvanlara sevecen bakmayı bilen bir kuşağın gönlüdür de belki? Spinoza’ya dünyada ve Türkiye’de de giderek daha çok yönelinmesi de bundan olsa gerek.
Sebepleri sonuçları ayrı fasıl ama Ulumuz Aşık Veysel’in pek güzel deyişiyle “aynı var’dan var olduğumuz” duyumsayış ve düşünüşünün belki çok keskin hatlarla olmamakla birlikte yayılmada olduğu bir gerçek sanırım. Zaten bir bakıma insana çok uzak bir diyardan da söz ediyor değiliz. Kurdun emzirmesiyle hayatta kalan kavim bununla hala gururlanıyor. Yine Aşık Veysel’in Türkleri “koyun gibi koytaklarda yatan” şeklinde tasvir etmesi ne güzeldir. Tabii ki durum Türklere has değil, nereye gidilse üç aşağı beş yukarı bu izlek bulunabilir.
“Aynı var’dan var olduğumuz” düşüncesi: Bence de Marx’ın bir hayali vardıysa bu düşüncenin pek uzaklarında değildi. Marx’ın derince beslendiği gelenekten, yazarının hangisi olduğundan emin olunmamakla birlikte Hölderlin, Schegel, Schelling ve Hegel dörtlüsünün etkileşimlerinden doğan 1796 veya 1797 tarihli “Alman İdealizminin En Eski Dizge Programı”nda şunlar yazılmıştı:
“İdeleri estetikleştirmediğimiz, diyesi, onları söylenleştirmediğimiz (mitleştirmediğimiz) sürece, halk, idelere ilgi duymaz. Bunun tersi de doğrudur, mitoloji akılcılaş(tırıl)madığı sürece, filozof, mitolojiden utanmak zorundadır. Bu yüzden, artık aydınlanmışlar ve aydınlanmamışlar birbirlerine ellerini uzatmak zorundadır. Mitoloji, felsefileşmek, halk da akılcılaşmak; felsefe de filozofları duyarlılaştırmak için, söylenleşmek/mitolojileşmek zorundadır. Ancak böyle olduğu takdirde, aramızda ebedi birlik egemenleşir. Hor-gören bakış, halkın bilgeler/filozoflar ve keşişler önünde korkudan titremesi artık hiçbir zaman olmayacaktır. Ancak bundan sonra bütün güçlerin, hem tekil kişilerin, hem de bütün bireylerin her bakımdan eşit gelişmesini bekleyebiliriz.” (Onur Bilge Kula, “Hegel’in ‘Alman İdealizminin En Eski Dizge Programı’ ve Romantik Yazın Kuramı”, Edebiyat Fakültesi Dergisi, 1 Haziran 2009).
Bunlar yazıldığında hayvanlar insanların düşünce dairelerini pek o kadar girmemişti fakat artık epey girmiş durumda. İnsan Descartes’in düşünen-ben’inin kavramsal düşünme vasfıyla bütün diğer hayvanlardan farklı olabilir, fakat ussal yönünün hafiflediği uykusunda kötü tasavvurlar musallat olduğunda tıpkı köpeğin kabusundan uyandığı gibi irkilerek uyanır. İşi ne kadar renklendirmeye çalışırsa çalışsın nihayetinde bütün memelilerin çiftleştiği gibi çiftleşir. Suya girdiğinde filin debelendiği gibi debelenir. Ve insan diğer hayvanlar gibi üryan gelir, “iki kapılı handa” yürür, sonra yine üryan gider.