Yaşar Nuri Öztürk-2: Türk rönesansının usturası

Çağımızın Ockham’lı William’ı Yaşar Nuri, din ile felsefeyi ve bilimi birbirinden ayırmak için ilahiyat, hukuk, siyaset, tarih, mantık ve felsefeden oluşan güçlü donanımını etkin bir yazı ve söz diline aktarmıştır

Ortaçağ, İ.S. 3. yüzyıldan 1300 yılına kadar yaklaşık bin yıl sürmüştür. Aydınlanma felsefesinin tohumlarını taşıdığı bazı dönemleri hariç, dinler bir yığın mitolojik unsurlar ve hurafelerle örülmüştür. Yunan mitolojisinden gelen dini ve kültürel kurmacalar yalnız dinlerin hakikatini değil, tüm insanlık değerlerini ve bilimsel girişimlerin de üstünü örtmüştür. Ockham’lı William, hakikat ekonomisine aykırı bu eklentilere “Ockham Usturası” denilen, kendi adıyla anılan yöntemle arındırmayı hedefleyen akılcılığı ile savaş açmış; Avrupa Rönesans’ının yolunu açan önemli filozoflardan birisi olarak adını tarihe yazdırmıştır.

Türk bilgesi Yaşar Nuri de 1923 ile başlayan Atatürk Türkiyesi’nin başlattığı Türk Rönesansı’nın “Usturası”dır ve Ortaçağ’ın karanlıklar dönemlerinden kalma hurafeleri İslam’ın ve bilimin üzerinden kaldırıp atmıştır. Hakikatin üzerini kaplayan sis perdesini yırtıp atma mücadelesi, onun bıraktığı yerden devam edecektir.

ANTİK ÇAĞ MODERN ÇAĞ

İtalyan bilim edibi ve filozofu Umberto Eco (ölm. 2016), yayın danışmanlığını yaptığı toplam beş ciltlik “Ortaçağ” adlı yetkin ansiklopedik eserde, Ortaçağ’ın en az bin yıllık bir zaman dilimine yayıldığını vurgular.(1) Dinler, sanatlar, diller, bilimsel devrimlere öncü kıpırdanışlar, mabetler, askerler, din adamları vs her ne varsa, bu uzun çağın birikimleridir ve Ortaçağ, aşırılıkları ve mülayimlikleri ile sonra gelenlerin hem yergisini hem övgüsünü kazanmış; hakkında en çok konuşulan, yazılan, çizilen, tartışılan ilginç bir dönemdir. Antikçağ ile modern çağı yalnız zamansal ve mekânsal olarak değil, bilimsel ve felsefî içeriği ile de buluşturan bu çağ, özellikle dinlere ilişkin olarak sonrasına yoğun eleştirilerin hedefi olabilecek miras da bırakmamış değildir.

Tarih felsefesi, insanlık tarihinin her bir döneminde belirli bir paradigmanın tarih yazıcılığında nasıl belirleyici olduğunu tartışır. Ortaçağ tarih yazımının temel paradigması, dindir. Tarih, ister bir bilim, isterse -Türk filozofu Ziya Gökalp’in deyimiyle- milli bir kurgu(2) olsun, her çağ için, öznesi insan olan olayların, çevresinde döndüğü, mihenk taşı olan bir paradigmaya bağlıdır. Bin yılın, büsbütün din ya da dinlerin egemenliği altına sürüp gittiğini iddia etmek, abartılı olmakla birlikte, her olguya dinler zaviyesinden yaklaşıldığını söylemek yanlış olmaz. Ancak Ortaçağ’ın ayırıcı özelliklerinin başında din-felsefe ilişkisinin yoğunluğu vardır. Bu yoğunluk, diğer taraftan, tanrısal olanla insani olan arasında belirgin bir ayırım yapmayı güçleştirmiştir. Ama bu güçlük, felsefe aleyhine gelişirken dinin kazanç hanesini zenginleştirmiştir. Dinler, felsefenin ince yöntemlerinden yararlanarak “Tanrı”, “kitap”, “peygamber” gibi sayılı tümellerine, içi boş tekil söylemlerini tümelleştirerek yeni tümeller veya din diliyle söylersek, yeni metafizik öğeler eklemişlerdir.

Ortaçağ’da gittikçe çoğalan tümeller karşısında Ockham’lı William (ölm.1347), “zorunlu olmadıkça varlıkları çoğaltmayınız” ilkesini geliştirerek, varlık bilgisinde tutumluluk tavrını benimser. Başka bir deyişle William, kavramlarla gerçekleri birbirinden ayırır. Bir nominalist olarak bilgi ile inanç, akıl ile iman, ad ile gerçeklik arasında kategorik ayrımları açıkça ortaya koyduğu için, Ortaçağ’dan beri bu yöntemi “Ockham Usturası” olarak bilinir. William, kategorik ayrımı, nihayetinde din ile felsefe ve bilimin kendi alanlarına çekilmesi için gerçekleştirir. Nominalizmin, yani Acılığın Ortaçağ’daki en önemli temsilcisi olarak, dini, felsefe ve bilimden ayırdığı için bu yöntemi ustura adını almıştır. Tanrı ve melekler gibi gayri maddi varlıklara kesinlikle inanmasına rağmen, metafiziksel tümelleri reddediyordu. Tümeller olduğuna inanmasa da beyazlık, insanlık gibi soyutlamalara inanıyordu. Aynı zamanda bir Fransisken papazı olmasına karşın, Papa’nın mutlak egemenliğine karşı çıkmış; onun usturası Martin Luther’i ve Protestanlığı hazırlamış, nihayet sekülarizmin ve Rönesans’ın ortaya çıkmasında önemli rol oynamıştır.(3)

AYNI YÖNTEM

“Yaşar Nuri’nin Usturası” veya “Yaşar Nuri Usturası” başlığını, Ockham’lı William’ın yönteminden hareketle seçtim. Dinleri, yaşadıkları zaman ve mekân farklı olsa da iki filozofun, Ortaçağ’dan kalma tümeller konusunda tuttukları yöntem birbirine çok benzemektedir. Yaşar Nuri de tıpkı Ockham’lı William gibi, Ortaçağ’da “gereksizce çoğaltılmış, tutumsuz tümeller yığınına karşı”, “zorunlu olan tümeller” dışındakileri ustura yöntemiyle ayıklamada sanıldığından daha başarılıdır. Yetmişten fazla eserinde ve belki yüzlerce makale ve yazısında, William’ı andığına rastlamış olmasam bile.., Yaşar Nuri, adeta bu Fransisken İngiliz filozofu ile neredeyse aynı yöntemi benimseyerek Ortaçağ’dan kalma “zorunlu olmayan tümeller”e karşı çıkmış; adlarla tikeller arasında o çağdan bugüne hala süren çekişmeyi, gerçeklerin, tikellerin yanında yer alarak etkin bir şekilde ülkemizde sürdürmüştür. Yaşar Nuri de William gibi, Tanrı, melekler, inancın temel ilkeleri tarzındaki soyutlamalara inanıyordu. Eserlerinde bu inancını açıkça dile getirdiğini ve sık sık vurguladığını biliyoruz. Ancak bu mutlak soyutlamalara iliştirilen ve Ortaçağ’dan modern zamanlara kadar çoğaltılan “zorunsuz ve gereksiz” varlıkları; semboller, adlar, kavramlar ve nitelikleri teolojik usturasıyla temizlemek için bütün yaşamını seferber etmiştir.

Başka bir tabirle söylemek gerekirse, çağımızın Ockham’lı William’ı Yaşar Nuri, din ile felsefeyi ve bilimi birbirinden ayırmak için ilahiyat, hukuk, siyaset, tarih, mantık ve felsefeden oluşan güçlü donanımını etkin bir yazı ve söz diline aktarmıştır. Yaşar Nuri, İslam dininin temel gerçekleri etrafında oluşturulmuş sözde-tümellerin yalnızca adlar, semboller ve yorumlardan ibaret, gerçek-dışı soyutlamalar olduğunu göstermektedir. İslam adına uydurulan bu “gereksiz”, “fazlalık” sözde-tümellerin mantıkçı deneycilik açısından herhangi bir karşılığı yoktur. Ona göre, karşılığı olmayan bu sözde-tümeller, ısrar ve inatla, siyasi ve ekonomik rüzgârdan güç alarak varlıklarını dayatmaktadır. Gerçek değildirler; gereksiz ve üstelik zararlıdırlar.

Yaşar Nuri’nin usturası, bütün eserlerinde etkindir. Ancak ben bu yazının sınırlarına gereken özeni göstereceğim için, örnek olarak seçtiğim birkaç kitabını izleyerek usturasının nasıl işlediğini tartışacağım.

YAŞAR NURİ USTURASI

Yaşar Nuri, İmam-ı zam’la ilgili gerçek-dışı yerleşik sözde-tümellere karşı mücadele ederken, yarı-pozitif bilim kabul edilen tarihsel gerçeklikleri tespit eder. İmam-ı zam ile Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranlar arasında tarihsel gerçeklikler -metafiziksel zorunsuz ve gereksiz tümellere değil- açısından ortak paydaya işaret eder.

İmam-ı zam da Atatürk de adaletsizliğe, hurafelere, gerçek-dışılığa ve haksızlığa karşıdırlar. Yaşar Nuri’ye göre, “Türk Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet devrimlerinin öncüsü olan Atatürk, İmam-ı zam’la adeta ‘iman ikizi’dir. Gazi’nin İmam-ı zam’dan adeta miras alıp benimsediği ‘zulme karşı mücadele’ zihniyeti, onu, Hz. Peygamber’in temel özelliğinin ‘esaret tanımama’ ve temel mucizesinin de Bedir Savaşı olduğu fikrine götürmüştür.”(4) İkisi de bu kutlu mücadelelerinde akıl almaz iftira, kin ve hasete maruz kalmışlardır. Oysa onur, isyan ve bağımsızlık ilkeleri bu gibi yüksek karakterlerin temel nitelikleridir. İkisi de, riyaya, cehalete, teslimiyete ve onursuzca yaşamaya hayatları pahasına karşı çıkmışlardır. Ana dilde ibadet, akılcılığı ilke edinme, Araplaşmayı reddetme, dinciliğe karşı savaş, kadına özgürlük, evrensel hukuka ve insan haklarına saygı… Hem İmam-ı zam hem de Atatürk’ün vazgeçilmez prensipleridir.

Yaşar Nuri, işte bu ilke ve esasların tam tersinin egemen olduğu modern çağımızda, çok yönlü bilimsel ve felsefi yetkinliği ile sözde-soyutlamaları bilgi ve mantık usturasıyla kazımaya çalışmaktadır. Usturası, özellikle ‘Allah ile aldatma’ aracı olarak kullanılan “gereksiz, zorunsuz ve gerçek-dışı” sözde-tümellere karşı işleyerek daha da belirginleşir.

Aydınlıkçı Türk filozofu Yaşar Nuri’nin usturası, bu aldatmaları bilimsel gerçekliklerden birer birer ayırmaya koyulur. Özellikle İslam adına İslam’ı çepeçevre kuşatan çağımız modern iddialarının, gerçekleri değil, simge ve sesleri temsil eden hurafe, yalan, iftira ve örgütlü cehaleti, mutlak dini hakikatler’ gibi sunduğunu belirlemekte, her birinin gerçek karşılıklara sahip olmadıklarını göstermektedir.

ÜÇÜNCÜ YAZIYI OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ

DİPNOTLAR:

(1) Umberto Eco, Ortaçağ I-IV, Alfa Yayıncılık, İstanbul 2015.
(2) Ziya Gökalp, Küçük Mecmua I-III, Çeviriyazı: Şahin Filiz, Yeniden Anadolu ve Müdafaa-i Hukuk yayınları, Antalya 2009.
(3) https://plato.stanford.edu./entries/ockham.
(4) Yaşar Nuri Öztürk, Arapçılığa Karşı Akılcılığın Öncüsü İmam-ı Azam Ebu Hanife, Yeni Boyut Yayınları, 15. Baskı, İstanbul 2009, s. 487.
Sonraki Haber