Düşünce ve İnanç Özgürlüğü-4: Ahlâksız bir hukuk olmaz
Her hukuki olan mutlaka ahlaki ilkelere uygun olmalıdır. Ama her ahlaki olan, kesinlikle hukuki olmak zorunda değildir. Çünkü hukuk ilham ve yönergelerini ahlaktan almak zorundadır ve her adımda ahlaka muhtaçtır. Her türlü ahlaki niyet ve eylem hukuka yansımaz. Bunların ancak bir kısmı hukukileşebilir. Ahlak tümdengelimsel, hukuk ise tümevarımsaldır. Yani ahlak genel ve kapsayıcı ilke ve kurallar vazeder; hukuk da olgu ve görüngülerden hareketle bu genel ilkelere uygun yargılara ulaşmaya çalışır. Görünüşte hukukun yaptırımı ahlaka göre daha etkilidir. Ancak gerçekte böyle değildir. Hukuk sizi, çoğu zaman mahkeme, karşı taraf ve yargıçlar nezdinde yargılar. Oysa ahlak sizi, tüm toplumda ve hemen her bireyin vicdanlarında mahkûm eder. Hukuki ceza ne de olsa, süre ve mekâna bağlıdır, ama ahlaki cezaların ne süre ve mekânları vardır; nerde başlar nerde biter, belli olmaz. Vicdanları ve toplumsal sağduyuyu tamir etmek bir ömrü alabilir. Hukuku erdemsiz bir hükme mahkûm etmek, ahlakı hukukun emrine vermek; halk deyişiyle aslanı kediye boğdurmak demektir. Yargıtay’ın N.Ç. adlı mağdure hakkında verdiği hüküm, tam olarak bu durumu açıklar. Ahlakın alanı hukuktan daha geniş ve hukuku belirleyici konumda iken, bu yanlış kararla dar hukuk adeta geniş olan ahlaka ahlak dersi vermiştir. Eğer böyle bir hukuki kararın ardında bir siyasi ideoloji varsa, hukuk ahlaka, siyaset de hukuka tecavüz etmiş olmaktadır.
ÖZGÜRLÜK ZİHİNDE BAŞLAR
Özgürlük talebinde bulunmadan önce, ona inanıp inanmadığımızı; elde ettiğimiz takdirde özgürlüğün dayanılmaz sorumluluğunu taşıyıp taşıyamayacağımızı iyi hesap etmemiz lazımdır. Özgürlükten önce sorumsuz isek, özgürlüğün bize daha fazla sorumsuzluk sağlayacağını beklemek, hayaldir. Çünkü özgürlük daha fazla sorumluluk duygusuna hazır hale gelmemiz gerektiğini dikte eder. Başkasından özgürlük talep etmeden önce, zihinsel olarak özgür olup olmadığımızı iyice irdelemek gerekir. Acaba biz, başkasının elinde bulunup da ondan dilendiğimiz özgürlükten daha azına mı sahibiz? Zihnimizde birey olarak özgür olduğumuzu yeterince inanıyor muyuz? Başkasının bize vereceği özgürlük, bizim kendimize layık gördüğümüzden ileri bir aşamayı mı ifade ediyor? Benim zihnimdeki özgürlük sınırlarının, talep ettiğim özgürlüğün sınırlarından daha geniş ve mutluluk verici olduğundan gerçekten emin miyiz?
Türk toplumundaki özgürlük taleplerinin zihinsel fizibilitesi tam yapılmamıştır. Özgürlük isteyen dini, etnik ya da bölgesel aktörler, kendi iç dünyalarında talep ettiklerinden fazla bir özgürlük bilincine sahip olup olmadıklarını dönüp kendilerine sormalıdırlar. Dindar insanların en az özgür topluluk olduğunu ileri sürenlere bakalım. Cemaat ve sivil toplum örgütleri adına bu düşünceleri öne sürerken, kendi iç dünyalarında, zihinsel ve ahlaki olarak özgürlüğe ne denli bağlı oldukları tartışılır. Koskoca İslamiyet’i belli bir grup veya topluluk sınırları içinde yorumlamaya mahkûm eden gruplar, kendi zihinsel süreçlerinde başka yorumlara açık kapı bırakmazken, farklı anlayışlara hiçbir müsamaha göstermezken, nasıl olur da bu taleplerinde samimi olabilirler? Kendi zihinlerine ve çevrelerine, hali hazırda sahip oldukları özgürlüğü bile çok gören bu insanlar, istedikleri ‘fazla’yı nerede değerlendireceklerdir? Aynı dine inanmak sınırı bile, aynı gruba göre inanmakla daha da daraltılmışken, elde edecekleri ‘fazla özgürlüğü’ ne yapacaklarını anlatmalıdırlar.
Asıl sorun, zihinlerdeki mahkûmiyettir. Kendi zihnini ve çevresini özgürlüğe layık görmeyeni, kimse özgürlük talebinde samimi ve gerçekçi görmez.
Etnik ve bölgesel özgürlük talepleri de bu örnekten ırağa düşmez. Aşiret yapısı, kan davası, kadına karşı şiddet, ırk fanatizmine düğümlenmiş ilkel ve saldırgan siyaset biçimiyle özgürlük talep ederken, adama, ‘sen önce bu çağdışı ve köleci bağlarından özgürlük talep ettin mi’ diye sorarlar.
Özgürlük, önce zihinde başlar; bireyi inşa eder. Özgürlük, bir topluluk, grup ya da cemaat, etnik ya da bölgesel kapsamda talep edilmezden önce, zihinsel ve ahlaki olarak talep edilir. Özgürlük önce bireyi yaratır. Özgür bireylerden oluşan bir topluluk varsa, o da millettir; aşiret ya da cemaat değildir. Aşiret veya küçük gruplar için özgürlük istemek, var olanı sindirememiş olduğu kadar, istenilenin de ‘ne işine yarayacağını’ bilmemek demektir.
Sorumsuz bir özgürlük, başıboş bir eyleme yol açar. Özgürlük istemek, insana hastır. İnsanın en temel hakkı elbette özgürlüktür. Ama ahlaki bir varlık olarak bu talepte bulunduğunu hiç unutmamak lazımdır. İsterken ‘insan’, yararlanırken ‘diğer canlılar’ ya da ‘Tanrı’ imişçesine davranmak, insanın ahlaki bir varlık olarak tanımıyla kökten çelişir.
Ahlakı hukukun, hukuku da siyasetin vesayetinden özgürleştirmek, bireyi aşiret ve grupların vesayetinden özgürleştirmekle aynıdır.
Birey, özgürlüğü kendi için istemelidir. Çünkü ona bu verildiği zaman, sınırlarını kendi tayin etme hakkını elde etmiş olur. Aksi halde, birey topluluk ya da grup için özgürlük talebiyle ortaya çıkarsa ve mensubu bulunduğu grup sonuçta istediğini alırsa, bunda emeği olan bireye o özgürlükten ne kadarını lütfedeceği belli değildir. Grubu için talep ettiği özgürlüğü, bu kez birey, mensubu olduğu grubun elinden kurtarmak için mücadele etmek zorunda kalacaktır.
İNANÇ, SİYASET VE TUTKULARIN ALETİ OLAMAZ
1920’ler sonunda Cumhuriyet’in laik temeller üzerine oturtulması ardından hükümet 1930’lu yıllarda dikkatinin büyük kısmını ideolojik temellerine adadı. İlk olarak 24 Eylül 1931’deki bir konuşmasında Atatürk, Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık, Devletçilik, Laiklik ve İnkılâpçılığın Kemalizm’in temel ilkeleri olduğunu ilan etti. (1)
Bu ilkeler aynı zamanda inanç ve düşünce özgürlüğünün siyasi ve düşünsel temelleridir. Ben bunlar arasında özellikle Milliyetçilik ilkesinin düşünce ve inanç özgürlüğünün esaslı şartlarından biri olduğunu belirteceğim ve muhafazakârlıkla kıyaslayacağım.
MİLLİYETÇİLİK VE MUHAFAZAKÂRLIK
Geçmiş çağlarda, birer değişiklik aracıydılar. Doğmakta olan bir din hareketi, baştan aşağı değişiklik ve denemelerle doludur ve her yönden yeni görüşlere açıktır. İslamiyet, doğduğu zaman, örgütlendirici ve modernleştirici bir ortam meydana getirmiştir. Ancak diğer dinler gibi İslamiyet de muhafazakârlaşmaktan kurtulamamıştır. Oysa bir dinin muhafazakârlaşması, can suyunun pıhtılaşması gibidir. (2)
Muhafazakârlar, ontolojik bakımdan bireyin zayıf ve aile, din, gelenek gibi kurumlarla desteklenmesi gereken bir varlık olduğuna inanırlar. Epistemolojik bakımdan bireyin akıl kapasitesinin sınırlılığını vurgulayarak, tarihi tecrübenin ve pratik bilginin soyut akıl yürütmeye tercih edilebilir olduğunu kabul ederler. Siyasi bakımdan da hiçbir biçimde her şeye muktedir olduğuna inanmadıkları soyut akıl yürütmelerle üretilen "devasa projeler”den ve siyaset alanının ara kurumlar aleyhine genişletilmesinden kaygı duyarlar.
Milliyetçilik ve muhafazakârlık birbiriyle uyuşmaz. Milliyetçilik inkılâpçıdır, muhafazakârlık ise mevcut statükonun ve onun getirdiği şartların korunmasını ideolojik olarak savunur.
- DEVAM EDECEK -
DİPNOTLAR
1- Soner Çağaptay, Türkiye’de İslam, Laiklik ve Milliyetçilik Türk Kimdir? Çvr. Özgür Bircan, İstanbul Bilgi Üniversitesi Y., 2006, s.17.
2- Bkz. Eric Hoffer, Kesin İnançlılar, çvr. Erkıl Günur, İm Y., İstanbul, 2005, s.30.
İlk yazıyı okumak için TIKLAYINIZ.
2.yazıyı okumak için TIKLAYINIZ.
3.yazıyı okumak için TIKLAYINIZ.